Zorbalıkla Din Tebliğ Edilmez
İran 2500 senelik geçmişiyle Pers İmparatorluğu’nun devamı niteliğindedir. Zerdüştlükle başlayan, Safavilerin empoze ettiği Şia Mezhebi ve onun getirdiği 12 İmam’ın haleflerinin üstünlüğünü kabul eden İran medeniyetinde amaç, halkı hidayete erdirmektir. Şii’lerin İslamiyet’i yorumlama şekilleri biz Sünnilerinkinden çok farklıdır.
Çeşitli etnik kökenden insanın yaşadığı İran’da üst kimlik olarak etnik kökeni değil de "aryan ülkesi" kimliği benimsenmiştir. Nüfusun %40’ını Perslilerin, %60’ını Azerilerin oluşturduğu İran’a ait olmak aidiyetlerin en kutsalıdır ve orada yaşayan herkes meşrebi ne olursa olsun İranlı’dır. Dünyaya en fazla meydan okuyan ve kapitalist ülkelere temenna etmeyen tek ülke İran’dır. Ülke yönetimini belirleyen mezhep Caferiliktir. İran ırkçı bir devlettir ve sanılanın aksine İran’daki yönetim biçiminin, İslam’ın kuralları ve İslam ahlakıyla çelişen çok yönü vardır. Çünkü Caferiliği benimseyen Şiiler müntesip kıldıkları İmam-ı Cafer Sadık ve diğer imamları müçtehit olarak kabul etmez, aksine; Cafer-i Sadık ve diğer imamların kendi içtihatları sonucu vardıkları şahsi fetva ve yorumlarını, bizzat Allah ve Resulüne indirdiği dini öğretinin özü olduğuna inanırlar. Dolayısıyla, 12 İmamın içtihadını Peygamber’in sünneti zannederler.
İslamiyet’te zorlaştırma değil kolaylaştırma esastır. İslamiyet hoşgörü dinidir ama İran’da verilen radikal kararlar, İslamiyet adı altında koydukları rijit kurallar halkı dinden soğuttuğu gibi, etkiye tepki şeklinde halkın gizli saklı birçok harama özenmesine de sebebiyet vermektedir. Makyavelist anlayışın kabul ettiği; Devlet, “meşru olan amaca ulaşmak için her türlü araç caizdir” sözünün geçerliliği, caiz görülen araca halk isyan edene kadardır ve İran’da yaşanan ayaklanmalar aşırı baskının kaçınılmaz sonudur.
İran’da halkın oyuyla yönetime gelen lider, Ayetullah sıfatının alarak kendini şeyh zanneder ve bir nevi dikta rejimi uygular. Şeriat kuralları ile yönetildiği söylesen de Şiilik ile Mecusiliği birbirine karıştırıp, İslamiyet’i zorlaştıran ve radikal kurallarıyla İslam’la alakası olmayan bir tarz benimsenmiştir bu ülkede. Dünya kamuoyuna İslamiyet’i hoşgörüsüz, katı, zorba, baskıcı bir din olarak göstermekten başka da bir işe yaramazlar dolayısıyla. İslamiyet’te sertlik, huşûnet ve bağnazlık yoktur. Bir Yahudi’nin cenazesi önünden geçerken ayağa kalkan Resulullah a.s.’a cenazenin bir Yahudi’ye ait olduğu söylendiğinde, ‘ama bir insan’ cevabını vermiştir. Bütün yaratılmışa saygı ve muhabbet gösteren bir Peygamber’in ümmeti olarak kimsenin kimseye dine dayanarak sertlikte bulunmaya veya baskıyla muamele etmeye hakkı yoktur.
Dünya basınında orta çağa rahmet okutacak gerilikte lanse edilen İran, aslında kültürel birikimiyle Ortadoğu’nun en köklü medeniyetidir. Halkın büyük çoğunluğu yüksek öğretim mezunudur ve İran’da milletvekili seçilmek için yüksek lisans yapmış olma şartına dair kanun taslağı bulunmaktadır. 1996 yılı devlet bütçesinden eğitim ve öğretime ayrılan pay 6000 milyar riyaldir. Bu rakam devletin toplumsal eğitim ve öğretime ne denli önem ve değer verdiğinin bir göstergesidir. Eğitim ve öğretime savunma sanayisinden daha çok bütçe tahsis eden Ortadoğu’daki tek ülke İran’dır. Ortalama olarak her üç İranlıdan biri öğrenimle meşguldür ve yüksek öğretimini sürdüren öğrencilerin %41’i bayandır.
Yalnız özeleştiri yapmak gerekirse şu bir gerçektir ki; Osmanlı İran’ın kendisine siyasi rakip olma ihtimaline karşı halkına Şia ve İran nefreti aşılamayı başarmıştır. Sınırlarımızın çizildiği 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşmasından bugüne aramızda hiçbir husumet olmamasına rağmen ne İranlılar Türkleri sever, ne de Türkler İranlıları… Öyle ki İranlı olan Mevlana’yı bile Türk âlimi sanır bazıları.
İnternet sayfalarında rastladığım bir yazıyı paylaşmadan geçmek istemiyorum. Sabah gazetesi yazarı Murat Bardakçı, İran hakkında uzaktan ahkâm kesen kesimlere cevap niteliğinde şu yazıyı yazmıştır:
‘Yazdıklarımı tersinden anlayıp hayranlık bildirisi olarak yorumlayacaklar mutlaka çıkacaktır ama söylenmesi gerekiyor: bugünün İran'ı 2 bin 500 senelik bir medeniyetin, pers uygarlığının vârisidir ve İranlılar bu verasetin gayet iyi bilincindedirler. Dilleri, yani farsça, asırlardan buyana pek değişmemiştir ve bizde olduğu gibi 50 yıl önce yazılmış bir kitabı anlamaktaki zorluk diye bir şey onlarda söz konusu değildir. Bugün 10-15 yaşlarındaki bir İran genci bile bundan birkaç asır önce yazılmış olan eserleri, meselâ Hâfız, Sâdi, Baba Tahir gibi eski devir şairleri okuduklarında rahatça anlarlar. İslami rejim konusu ayrı bir bahistir ama İran'ın entelektüeli hem kendisinin, hem de batının kültürüne vâkıf ciddi birer aydındır ve bütün bunların üzerinde, İran'da son derece güçlü bir "İranlılık" bilinci hâkimdir.
Benim muhabirlik yıllarım, İran'daki İslam Devrimi'nin ilk zamanlarına rastlıyordu ve uzun zaman Tahran'da kaldım. Devrimin hemen sonraki aylarıydı. Rejimin herkesin konuşmaya çabaladığı en güçlü Ayetullahlarından biri, İran'daki yabancı gazetecilerinden bir grubu kabul etti. Görüşmeye gidenler arasında ben de vardım. Sardığı siyah sarıktan Seyyid, yani peygamber torunu olduğu belli olan Ayetullah, İngiliz gazetecilerle İngilizce, Almanlarla almanca, Fransızlarla Fransızca, benimle de Türkçe konuştu. Çıkışta hepimiz şaşkındık. Mihmandarlığımızı yapan devrim muhafızına, kum'daki medreselerden birinden mezun olduğunu zannettiğimiz Ayetullah’ın tahsilini sorduk. "Heidelberg Üniversitesi'nden felsefe doktorası vardır" cevabını verdi. Şaşkınlığımızı tahmin edebilirsiniz. Ben, o zamana kadar bildiğimi zannettiğim İran'ın gerçeğini asıl işte o gün öğrendim.’
İran’ın geçmişine şöyle bir göz atacak olursak; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edildiği sıralarda komşu devlet İran'da halk, Cumhuriyet yönetimine özense de, dini liderler buna müsaade etmezler ve 1925te Rıza Şah'ın bu ülkede cumhuriyet ilan etmek yerine kendi saltanatını ilan edip Pehlevi Hanedanlığı’nı kurmasının nedeni de ABD, İngiltere gibi emperyalist devletlerin etkisi altında kalarak ülkesini mutlak monarşiyle yönetmeyi tercih etmiş olmasıdır. 2. Dünya Savaşı sırasında Alman sempatizanı olan Şah, savaşa girmek istemese de İngilizler tarafından Nazici ilan edilerek tahttan indirilir ve yerine oğlu oturtulur. Böylelikle, İngilizlere yaranmak için dinini satan Şah, seneler boyu uşaklığını yaptığı İngiltere’nin tekmesiyle devrilmiş olur.
Devam edecek...