27 Ara
Zindandelen
Akkuş YİBO lojmanından okula gelir iken betonlanmış olan okul bahçesindeki bir duvarın dibinde bulunan bir çiçek gördüğünü söyledi. Ve onu incelediğini anlattı. İçinin yıldız şeklinde olduğundan bahsetti. Ve betonlar arasında nasıl büyüdüğünü de ilave etti.
Bakmak ile keşfetmek arasında ne kadar çok şey varmış meğer. Her gün binlerce nesneyi görüyor ve hiçbir şey yokmuş gibi davranıyoruz.
Evden iş için veya gezmek için çıktığımızda bir şeylerin değişmiş olduğunun farkına varmayız, varamayız.
Yeni açılmış bir çukuru fark ederiz. Daha önce olmayan bir kalabalığı fark ederiz. Yeni taşınan bir ailenin eve taşınan eşyaları dikkatimizi çeker. Bir yol çalışmasını, bir inşaat temelinin atılışını görmemiz ve dikkat etmemiz mümkün. Bunlar ince ayrıntı ‘teferruat’ değildir çünkü.
Sokak ortasında kavga eden birilerini fark ederiz de yürüyenleri hep aynı kişiler sanırız. Çünkü her an oralarda bir yürüyenler vardır. Kısaca herkesin fark edeceği şeyleri fark edebiliriz.
Evden çıktığımızda daldaki bir kuşu fark edemeyiz mesela. Kurumuz bir iki otu göremeyiz bile. Küçük bir çocuğun minicik elleriyle çizdiği çizgilerin hep orda olduğunu sanırız. O çizgilerdeki sevgiyi ve umutları bilemeyiz.
Düşen bir sonbahar yaprağı sıradandır. Daldaki bir böcek orada vardır veya yoktur. Bilemeyiz. Bütün dikkatimiz varacağımız yere ulaşmaktır çünkü. Ruh halimize uygun adımlar atarız.
Kendisiyle tanışmak ve çalışmaktan memnun olduğum meslektaşım Ertan Alp yanıma geldi bir gün. Hani şu an aynı gazete yazdığımız kişi yani. Mevsim yaz idi. Akkuş YİBO lojmanından okula gelir iken betonlanmış olan okul bahçesindeki bir duvarın dibinde bulunan bir çiçek gördüğünü söyledi. Ve onu incelediğini anlattı. İçinin yıldız şeklinde olduğundan bahsetti. Ve betonlar arasında nasıl büyüdüğünü de ilave etti.
Ertan Bey Türkçe öğretmenimizdi. Kısa sürede kendisinden çok şey öğrenmiştim. Hani hep derler ya bu ‘bu senin konun değil’ diye. Bana çok dediler çünkü. ‘Sen fencisin bu işler senin işin değil’ diye. Ertan Bey bu çiçeği incelediğinden bahsederken ben dinliyordum. İçimden ‘demek dikkat böyle bir şey’ diye geçirdim. Sadece Türkçeci olmasından değil, milletçe şiire olan yatkınlığımızdan olmalı ki her ‘estetik’ özelliğe sahip şeyler bizi ilgilendiriyordu.
Arkadaşım ve meslektaşım çiçek ile konuşmasını yaparken gördüğü çiçeğe bir de isim vermişti: Zindandelen…
Ve hemen gidip o çiçeğin fotoğrafını çektim o çiçeğin. Hem Akkuş’tan bir hatıra, hem de arkadaşımdan… Çiçeğin asıl adı hiç de mühim değil. O botanikçilerin işi. Ertan Bey gönlünden gelen bir ismi koymuştu ona. Biz de beğendik bu ismi. Ona: “Bak ben fenciyim o çiçeğin ismi böyle değildir’ gibi ukalaca bir cevap vermedim. Çünkü o çiçeğe ‘zindandelen’ ismi çok yakışmıştı.
Şimdi Ertan Beyle ayrı okullardayız. İkimiz de Akkuş’tan ayrıldık. Tahmin ediyorum ki bulunduğu yerlerde insan ruhunu okşayan güzellikleri görüp, öğrencilerine de bunu gösterecektir.
O çiçek bir Akkuş hatırası olarak ben de duruyor. Hakikaten çok güzel. Ancak bir o kadar güzel olanı bir duvarın dibinde bitmiş olan bu çiçeğin orada oluşunu fark eden göz ve hassas yürek.
Evet… Her gün evimizden dışarı çıkarken nice ‘zindandelen’lerin bittiğini, nicelerinin kuruduğunu kaçımız fark edebiliyor? Gündelik telaşın içinde içimizi ısıtacak kaç yeni bir şey bulabiliyoruz?
Sağ olasın Ertan hocam. Bize sadece bir çiçekten bahsetmediniz. Biz sadece bir çiçeği fotoğraflamadık sayenizde. Bize betonlar arasında bile güzelliklerin var olabileceğini öğrettiniz. Çok teşekkür ediyoruz.
Bu arada…
Betonlardan değil, betonlaşmış gönüllerden uzak kalmayı da öğrendim.
Yüreğinizin ılıklığı ile kalınız…