Zilzal
Kayıp neye göre kime göre kayıptır? Allah için ruhunu teslim ederken ‘İşte şimdi kazandım!’ diye haykıran Sahabe acaba hangi kazançtan bahsediyordu?
Kendini yerde yerleşik, sabit, daimi, ebedi, sarsılmaz zannederek aldanıyorsun ey İnsan!
Toprağın üstündeki her şey topraktır oysa, unutuyorsun…
Dünyayı ve içindekileri sahte sonsuzluk boyalarına boyuyor, sonra da buna hayran oluyor, kendi tahtadan Pinokyo’na can verdiğini sanıyorsun.
Evet, sanıyorsun, kuruyorsun, kurmacana inanıyorsun…
Seni arzda ebediyen yaşayacağın aldatmacasına inandıran her türlü oyuncağı yanına yörene yığarak, kumdan kaleler inşa ederek, etrafına kartondan siperler dikerek sarsılmaz olmayı istiyorsun.
Yanlış yer’e yatırım yapıyorsun, eşek pazarında deve arıyorsun, dağınık kuş yuvasını mamur kılmak istiyorsun. Âdem’e yasak ‘ebediyet ağacı’nı (şecere-i huld) göstererek, ‘bundan tadarsan Cennet’te melekler gibi daimi kalıcı, sarsılmaz olacaksın’ kandırmacası senin için de söz konusu…
Şehvetten, şöhretten, iktidardan, servetten ne kadar çok tadarsan ebedi, sarsılmaz olacaksın deniyor… Her yerden bunlara kışkırtılıyorsun, sana dar kapı’dan geçmeyi, kendini bilmeyi, varlığın hakikatine ermeyi söyleyen ne kadar az… Ya da o ağızlara göre kulak yok sende…
Titrek gölgeyi asıl eylemek istiyorsun, gölgelerin her görüntüsünü dondurmak, çerçevelemek, sabitlemek istiyorsun, geçeninin ardından koşa koşa kalanı ihmal ediyorsun. Geçen niye geçiyor sanıyorsun, kalanı işaret etmek için… Fakat sen ay’a değil parmağa bakıyorsun ey İnsan! Ayette bile, “İza zulziletul arzu zilzaleha” derken, arz bir defa, zelzeleyi işaret eden ibare iki defa geçiyor. Sallantılı oluş sahte sabitliğin, arzın aldatıcı sabitelerinin daima önündedir, diyor adeta… Arz ibaresi, iki zelzele tabiri arasında kalmış da titriyor sanki… İnsanoğlunun iki gözyaşı arasında doğup ölmesi gibi: “Ağlayıp geldim âleme, ağlayıp gittim ben, sanki bir nilüferim, suda bittim, suda yittim ben.” demiş şair.
Binalar dikiyorsun yıkılmak için, nesiller çoğaltıyorsun ölsün diye, mallar yığıyorsun dağılsın kastına… Gençliğine tutunuyorsun, bir hava fişek gibi kısa bir parlama anı ve sönüşle sarsılıyorsun. Güzelliğine yapışıyorsun, onu sabitlemek istiyorsun, yüzünün mermeri çiziklerle doluyor, kulakların üstünde sabahın aydınlığı ne de çabuk söküyor.
İşin, evin, mesleğin, hobilerin, anlamsız takıntıların, fuzuli uğraşların, şeyler içinden bir şeye mutlaka daha fazla dalışların, kendini kaptırışların, o şeyin içinde kayboluşların… Hep bir dal arıyorsun ey İnsan, fakat dalları rüzgarın velveleli ezgisi daim titretiyor…
Herşeyin sallantılı, geçici, titrek oluşu karnındaki sakladıklarını gün yüzüne vuruyor. Süt yayıkta sallanmadan içindeki yağı çıkar mı? Sandığın üstündeki toz toprak silkelenmeden içindeki kendini ele verir mi? Anne sancıyla titreyip ürpermeden karnındakini çıkarabilir mi? Dal ığşalanmadan meyveler yere düşer mi? Altın ateşe sunulmadan içindeki madenlerden ayrılıp saflaşabilir mi? Arzın derinliklerindeki her türlü depolanmış unsur nasıl açığa çıkar, zilzal olmasa? Deniz dalgalanmadan durulur mu, zor zamanlar, sarsıntılı devirler milletlerin bağrındaki cevherleri, gizli değerleri açığa vurmaz mı? Kafa ve yürek toprağında çalkalanmalar olmasa, o toprak çapalanmasa nasıl yeşerir tefekkürün çiçekleri?
Peki bir musibetin isabetiyle dünyanın titrek ışığına gözünü kapayanlara niçin peşinen bir kayıp gözüyle bakar da yukarıda söylediklerimi anlamazsın ey kişi? Kayıp neye göre kime göre kayıptır? Allah için ruhunu teslim ederken ‘İşte şimdi kazandım!’ diye haykıran Sahabe acaba hangi kazançtan bahsediyordu?
Tek hayatlı olanlara elbette kayıptır her ölüm. Ya çatal yürekli, iki hayatlı olanlara göre nicedir kazanç, nicedir kayıp?
Bak, her şey ama her şey sallanıyor, denizin üstündeki ışıkcıklar titreyerek yanıp sönerken sana denizin kalıcılığını haber veriyor. Lakin sen ‘ne oluyor buna’ ‘neler oluyor arza’ diyorsun, her şeyin elinden kayıp gidişine şaşırıyor, hatta hırslanıyorsun, denizi görmemeye devam ediyorsun…
Dünyada kalıcılık adına ‘dünya mimarı’ olmayı çarpıtıyorsun. Elbette dünyanın imarı senin vazifelerinden biridir, fakat bu imar önce hakkın, adaletin, hakikatin, insaniyetin nurdan sütunlarını dikmekle olur, diğer türlü dünyanın maddi imarına talip olan karanlık ruhlar zaten ziyade…
Arzı, ebedi vatan uğruna imar edeceksin, sonsuz ilkeler için ülkeyi sağlam kuracaksın.
İlke olmadan ülke neye yarar?
Sonsuza açılmayan kapıları kırıp yakmalı, ister odundan olsun, ister çelikten…
Niçin her şeyin sallandığını, bir titrek dala niçin misafir olduğunu bilmeden yaşadıkça, dünyanın enkazının altında ışıksız kalmaya, kör kuyularda merdivensiz bırakılmaya mahkûmuz…
Not: Van’da dostlarla yapılan bir seyahatte kaldığım Bayram Otel’in çöküşünü hüzünle seyrederken yukarıdaki kırık dökük cümleler düştü kalbimden… Kusurlar affola…