Zangalık Bilincinin Makus Talihi
Salih Ağabey, en sıkıntılı zamanlarımda kendisine müracaat ettiğim, bir dönem
yol göstericiliğimi üstlenmiş sevdiğim bir insan. Gene sıkıntılı bir dönemimde çok
sıkıştırdım ki herhalde, “yahu çok bunaldığın zaman, hayal kursana.” dedi. Şaşırdım.
“Ya Salih abi, ben hayal kurmayalı kaç sene oldu.?” yani yolunu yöntemini bile
unuttum. Bu hayal denilen şey nasıl kuruluyordu?” dedim.
Kışın tam ortasında, Ortaköy’ün nemli soğuğunda, sokakta tezgah başlarında,
hasır iskemlelerimizde oturuyorduk. “Aaa.. ben çok kurarım” dedi ve anlatmaya
başladı. “Düşünsene sahildesin. Bir hamağa uzanmışsın. Yan tarafındaki
sehpanın üzerinde buz gibi bir içki kadehi ve meyve dolu kocaman bir kase.
Hava sıcak. Boyunlarına çiçekler takmış iki adet bikinili fıstık. İki yanında
durmuş, ellerindeki büyük bambu yelpazelerle yavaş yavaş seni yelpazeli-
yorlar..”
“Aman Salih abi!. Bu bana göre bir hayal değilki! Ben kadınım”dedim.
“Eee o zaman kendine göre hayalleri yaratacaksın” dedi.
Ne kadar uğraşsam da seneler önce ölmüş yeteneğimi yeniden canlandırıp,
yaratıcılık örnekleri sergileyemedim. Hayatımın bunaltıcı koşturmacasından
nefes bile almaya vaktim yoktu ki hayal kurmaya vaktim olsundu.
Gerçekten de hayal kurmak, “vakit” ile pek ilintiliymiş. Kendi kendime bakmak
sorumluluğumdan kurtulup, biraz rahat bir yaşantının içine cump diye düşünce,
vaktin rehberliğiyle hayal kurma yaratıcılığımın yeniden filizlendiğini fark ettim.
İlk kurulan hayaller biraz abuk subuktu. Aşk meşk, pembe panjurlu ev gibi
klasik konular.. Hikayelerimin ilki ve ikincisi dergilerde yayınlanınca, hayal
kurmadaki yaratıcı yeteneğim arttı. Nasıl olsa işim gücüm de yok. Kur kur kur!.
Hikayelerimle ilgili ilk hayalim şöyleydi:
İkisi yayınlandı ya, derken bir üçüncüsü yayınlanıyor, derken bir dördüncüsü..
dergilere hikaye yetiştiremiyorum. Derken bir yayın evi sahibi beni buluyor.
Meğer kendisi ünlü Canan yayınevi sahibi değil miymiş? “Haticanım bir
hikayenizi okudum bayıldım doğrusu” diyor. “Hangisi” diye soruyorum.
“Federal Birliktelik.. hani kız evden kaçıyor da komşu eve sığınıyor. “Aa o da
bir şey mi? Siz bir de diğerlerini okusanız” diyorum. Bir de bakıyorum kitabım
iki ay içinde basılmış.
Aradan iki ay geçmiyor, kitap, bir satıyor bir satıyor. Baskılar dayanmıyor.
Derken bir gün Kemal beyden bir telefo, “Haticanım Oscur Yayınevi bizimle
görüşmek istiyor.”
Tabii sonucu tahmin ediyorsunuz. Kitap, Fransa’da basılıyor. Derken İngiltere,
derken Amerika.. artık dünyaca ünlü bir yazarım. Paralar akıyor, akıyor. Yatlar,
katlar, uçaklar, kucaklar.. sevgiyle açılmış kucaklar, saygıyla beni bağırlarına
basıyorlar.
Ama beni bir şeyler rahatsız ediyor. Nedir..nedir? buluyorum. Bu hayal öylesine
kuru ve gerçeklerden uzak ki! Beni tatmin etmiyor. “Yok kızım.. bu böyle olmaz.
Şu hayali adam gibi kur. Bir kere sen nerede yaşıyorsun? Aksilikler ülkesi
Türkiye’de. Aksiliksiz; bu tür bir hayalin gerçekleşme ihtimali nedir ki? Bol
aksilikli, heyecanlı, kanlı canlı bir hayal kurmalısın.” diye düşünerek, baştan
başlıyorum. “İçine mantık kat be enayi. Bir kere kitabın ismi ne? Tatlı Hayaller-
I-ıh.. Hikayeler-.. olmadı. Bulamıyorsan takılma.. Hikayelerinden birinin ismini
vermiyor mu kitaplarına ünlü yazarlar.. İkili Konuşma-.. I-ıh.. Müzik Sevgisi- bu
da olmaz. İlginç olmalı. Buldun işte! Zangalık Bilinci-.”
“Evet.. şimdi gene başa dön. Hikayelerin dergilerde yayınlanıyor. Derken bir
yayın evi sahibi seni aramaz mı? Öyle hop diye büyük bir yayın evi değil. Sen
Mersin’de yaşıyorsun. Mantığını çalıştır. İstanbul’daki ünlü bir yayınevi seni
nerden tanıyacak?”
Evet Mersin’de küçük bir yayınevi bu. “Aksilikleri hemen devreye sok. Otobüsü
kaçırmak, iş görüşmesine yol parası olmadığı için gidememek gibi eften püften
kişiliksiz aksilikler olmamalı. Daha kalite, şöyle görkemli aksilikler..”
Çıktı çıkmadı derken kitabım Cırcır yayınevi tarafından basılıyor. Kitabın baskısı
pek iyi değil. Bazı sayfalar yeniden basılmış, bazı yerler silik çıkmış, bazı kelimeler
yanlış yazılmış. Ama olsun. Sabırla beklemeye koyuluyorum. Bir ay, iki ay, üç ay,
dört ay geçiyor. Yayınevi sahibinden çıt yok. Oysa, “satışlar başlasın size yüzde
ödeyeceğiz” demişti. Ben harıl harıl elimdeki hesap makinesiyle basılan bin adet
kitaptan ne kadar kazanacağımı hesaplamaktayım.
“Bin adet üç ay içinde satarsa, ikibin adet basarlar.. o da üç ayda tükenirse,
beş bin adet basarlar. Yedi-sekiz bilemedin dokuz ay sonra benim sekizbin adet
kitabım satılmış olur. Yüzde on alacağıma göre, sekizbin çarpı ellisekiz..
dörtyüzaltmışdört milyon.. eh başlangıç için hiç fena değil. Bu parayı hemen
dolara çevireyim.. bankaya faize mi koysam? Muhittin bey de arayacağını
söyledi ama aradığı yok. Kendimi ağırdan satmalıymışım duygusuyla ben de
aramıyorum. Neyse.. kötü düşünme kızım. Her şey güzel olacak.”
Cumartesi günü çarşıya indim. Bir iki saat süren şumu bumu tereddütünden
sonra Martini kitabevine girdim. Kitaplara bakıyor ayağında tanıdık bir isim
arıyorum. Yok. İki üç laflayıp belki samimi olabileceğim bir bayan satıcı da yok.
Biraz çekinerek kasadaki beye yaklaştım.
-“Afedersiniz!. ben bir kitap soracaktım.”
-“Hangisi?”
-“Zangalık Bilinci.”
Dudak büküp başını sağa sola sallıyor.
-“Hiç duymadım.”
-“Nasıl olur. Basılalı çok oluyor. muş.”
-“Yazarı kim?”
-“Hatice Yaşar.”
Gene dudak büküyor,
-“Hiç duymadım.”
“Çok güzelmiş, yani arkadaşım okumuş..” diye kem küm edip çıktım. Mersin’
deki bütün kitapçıları dolaştım. Hepsinden olumsuz yanıt almanın yarattığı
buruk hışımla Muhittin beyin bürosuna daldım.
-“Ooo..merhaba.”
-“Merhaba”
-“Çay alırmısınız?”
-“Hadi alayım bitane.”
-“Sıtkı..oğlum çay söyle.”
Zııır telefon. Konuşuyor. Bir çay daha.. Ne diye konuya girmiyor sanki?
Umursamaz görünerek soruyorum,
-“Kitap satışlarından ne haber?”
-Ah ah!. Bu işler zor. Ne kadar inanarak bastım bu kitabı oysa. Hiçbir kitapçı
tanınmamış bir yayınevinin kitabını almıyor. Yazar da tanınmamışsa dönüp
bakmıyor bile. Tabii tanıtım gerek bu işlerde Haticaanım siz bilmezsiniz. Ne
pespaye kitaplar, ne kampanyalarla nasıl tanıtılıp, ne süper satıyor. Zor iş
bizim işimiz zor..”
-“Hiç satmadı mı yani?”
-“Bakın Haticanım, işin en zor kısmı ilk senelerdir bu işlerde. Henüz tecrübesiz-
siniz. Seneler geçtikçe beni anlayacaksınız.”
Evde eşe dosta dağıtmak için aldığım on kitap var.
-“Muhittin bey bana yirmi tane kitap verebilir misiniz?”
-“Verdim ya!.”
-“Satmak için.”
-“Ha, o zaman işin rengi değişir. Size üç yüz binden sayarım..altı milyon
eder.”
Biraz bozularak, “Peki.. hesabıma yazın” diyorum.
-“Olmaz Haticanım zaten zor durumdayım. Hiç olmazsa yarısını verin.”
Üç gün sonra üç milyon verip, kitapları alırken, “her şey aklıma gelirdi de
kendi yazdığım kitaba para vereceğim aklıma gelmezdi” diye düşünüyorum.
Ama bir zamanlar pazarlamacılık yaptığımı hatırlamak göğsümü kabartıyor.
Koliyi omzuma vurduğum gibi, Mersin kitapçılarını kabarık göğsüm ve havaya
kalkmış burnumla dolaşmaya başlıyorum. Girdiğim her kitapçıda taa patrona
kadar ulaşarak diller döktüğüm halde, küçük bir kitapçıya ancak beş adet
konsünye bıraktıktan sonra, göğsüm inmiş, burnum sürtmüş, yorgunluktan
bitmiş bir vaziyette eve döndüm. Hiç siftah yapamamanın ne büyük bir
hayal kırıklığı yaratacağını iyi bildiğimden, içimdeki daha az hayal kırıklığı beni
sevindiriyordu. Ne de olsa bir konsünye bırakma durumu mevcuttu.
“Az acı, çok acı düşünülerek insana mutluluk vermeli” diye ürettiğim bir
teoriyi daha da geliştirecekken uyumuş kalmışım.
Ertesi günlerde sabırla Bolsatar kitapçısından telefon beklemeye başladım.
Beklemek dayanılmaz hale gelince kitapçıya gitmeyi düşünsem de kitapların iade
edilebileceği korkusu bu girişimime engel oldu ama dünya Mersin demek değildi.
Adana’ya gitmeye karar verdim. Gittim gidiyorum derken beter mi beter bir
aksilik kolumu kanadımı kırdı. Cırcır yayınevi kapanmaz mı? Zaten sallantıdaymış.
Artık ölmeyi düşünüyorum ama ölme işini yüksek bir binadan atlayarak mı,
denize atlayarak mı yoksa hap alarak mı yapmak konusunda kararsızım.
Bu kararsızlıkla bir iki ay geçiyor. Dış dünyadan iyice kopmuşum. Çok sevdiğim
yürüyüşlere bile çıkmıyorum. Annem ağlıyor. Ben kah ağlıyor kah gülüyorum.
Annem daha çok ağlıyor. Son olarak anneme kim öldüğü için bu kadar çok
ağladığını sorduğumu hatırlıyorum. Gerisini hatırlamıyorum.
Sonradan bana anlattıklarına göre Manisa’da hastaneye yatırılmışım.
Mersin’de ise bir “öldü” dedikodusu yayılmış da yayılmış. Şimdi anlatacaklarım
gene sonradan öğrendiklerim. Hani Bolsatar kitapçısı var ya, işte ondan
İtalyan asıllı bir TC vatandaşı bir kitap alıyor. Kitabı beğeniyor. Bir İtalya
seyahatinde karınca kararınca çevirdiği birkaç hikayeyi bir yayınevine götürüyor.
Yayınevi tüm hikayeyi bu kaşife çevirttiriyor. Kitap, söylenen kelimeyi alakasız
bir kelimeyle bitiren beceriksiz oyuncuların oynadığı bir kulaktan kulağa oyunu
talihsizliğine uğruyor. Öyle ki ben okusam neredeyse tanıyamayacağım bir
biçime girdikten sonra, bir Fransız yayınevi tarafından keşfedilmez mi? Artık
ismi Zorbalık Bilinci, yazarı ise Arap asıllı bir Türk vatandaşı olan Hatip Yazar.
Tabiki Fransız yayınevi kitabın tüm yayın ve satış haklarını da almak istiyor.
Mersin’e bir temsilci gönderiyor. Derinlikli araştırmalardan sonra, Cırcır Yayınevi
bulunuyor. Temsilci kitabın orijinalini bulduğuna karar veriyor. Zorba kelimesinin
Türkçe’de Zanga olarak ifade edildiğini düşünüp, kitap ismi üzerinde pek
durulmasa da yazarın Hatice iken Hatip olması kafasını karıştırıyor. Muhittin
bey yazarın öldüğünü, ölmeden önce telif haklarını kendisine sattığını
söyleyerek Hatip ismine açıklık getiriyor. “Takma isim efendim.. takma isim.
Burası Türkiye malum!. Yazar olmak zor burada..” falan deyip, epeyce bir
para alarak haklarını devrediyor. “Tabii siz de yazarın bu seçimine saygı
göstermelisiniz” demeyi ihmal etmiyor. Yazarın, takma ismi önceden değil de
sonradan kullanması her ne kadar kafasını karıştırsa da “ne de olsa elimde
onaylı tasdikli somut bir belge var, yazarsa ölmüş gitmiş” diye düşünen
temsilci, “merak etmeyin, yazarın ruhuna asla saygısızlık edilmeyecektir”
diyor.
Ablamdayım. Ablam, Sanat Dergisine hazırlanan yazıları düzeltyor.
“Bak Hatice Fransa’da oldukça sükse yapan bir kitaptan bahsediliyor.
İsmi Zorbalık Bilinci imiş. Senin kitabın ismine benziyor. Yazarı da
Mersinliymiş.
-“Sizin yazı neyle ilgili?”
-“Gazetede çıkan bir yazıya elcevap. Güya biz Mersinliler çok sorumsuzmu-
şuzda.. kendi yöremizde bulunan bir mezarı bulamıyormuşuz da.. sanata
ilgisizmişiz de.. kimmiş bu Hatip Yazar? Kaç Mersinliye sormuşlamışta..
neymiş!”
-“Cevabınız..”
-“özetle çok araştırdığımızı ama bulamadığımızı söylüyoruz.”
-“Kitap Türkçeye çevrilmiş mi?”
-“Ne gezeeerr..”
Aradan birkaç ay geçti. İstanbul’da okuyan yeğenim tatile geldi. Eh çocuğun
Fransızcası iyi. Elindeki kitaba kıkır kıkır gülüyor. “Nedir okuduğun” diye
soruyorum.
-“Ah teyze, çok matrak bir kitap, şimdi okuduğum hikaye aynı benim
durumumu anlatıyor.”
-“Merak ettim biraz tercüme etsene.”
Okumaya başlıyor. Önce şaşalıyorum, sonra beynimden vuruluyorum.
“Dur Evren”! diye bağırıyorum. “Bu benim hikayem.”
Ablam annem yeğenim öyle durmuş bana bakıyorlar. Ablam, “ben size
demedim mi bunu erken çıkardınız hastaneden. Yakında kendini Balzak
sanırsa şaşırmayın” diye anneme çıkışıyor.
Evren ne de olsa genç. Maceracı bir ruh taşıması normal. Dolayısıyla
Zangalık Bilinci ile Zorbalık Bilincini karşılaştırmak onun için bir tür serüven.
Karşılaştırdıkça heyecanlanıyor, -teyzem haklı- diye kestirip atıyor. Artık bu
dava onun da davası olmuştur. Dava arkadaşımla birlikte İstanbul’a gidiyoruz.
Birkaç yayınevine girip, kovulduktan sonra, Canan Yayınevine gidiyoruz.
Tabi ki bize inanmıyorlar. Kös kös çıkış kapısına yürürken, merak ya! Kemal
beye, “neden bu kitabı çevirmiyorsunuz?” diye soruyorum. “Ah..Kolay mı?”
diyor. Oscur yayınevi öyle artronomik bir fiyat istedi ki bu parayı vermemiz
olanaksız.”
Bir koltuğa çöküp ağlamaya başlıyorum. Bu işime yarıyor. Uyandırdığım acıma
duygusu söylediklerimi dinletmeme neden oluyor. Anlatıyorum anlatıyorum
burnumu çeke çeke.
Kemal bey, “Tamam..tamam” diyor. “Oscur yayıneviyle görüşeceğim” Uzatma-
yalım, Oscur yayınevinin telefonu bulunuyor. Kemal bey konuşuyor.
Telefonun karşısındaki kişi neler söylüyor biz duyamıyoruz ama Kemal beyin
yüzü kızarıyor, öfkeyle: “Ben de senin!” diyerek çat telefonu kapatıyor.
-“Utanmaz adam! Küfretti bana. Yok efendim yüz kişi bu kitabın yazarı
olduğunu iddia ediyormuşta, hepsi hakkında dava açacaklarmışta, bu kişiler
adaletin karşısına çıkmalıymışta neymiş..”
Daha çok ağlamaya başlıyorum. Ağlamakta haklıyım. Çünkü hırsızlıkla itham
edilmekteyim. “ne olur bana yardım edin” diye Kemal beye yalvarmaktayım.
Kemal bey iki uzman tutuyor. Uzmanlar, kitabın orijinali, İtalyancası ve
Fransızcası üzerinde ince incelemeler yaptıktan sonra, Zorbalık Bilinci ile
Zangalık Bilinci’nin aynı kitap olduğu konusunda fikir birliğine varıyorlar.
Avukat tutmamı öneriyorlar. Tutuyorum. Yirmi milyon vaad ediyorum. Avukat
bizim bulamadığımız Muhittin beyi buluyor. Muhittin bey malum tepkiyi veriyor.
Şiddetle hiçbir şeyden haberi olmadığını savunuyor. Avukat bu durumda
tümevarımla sonuca varılmayacağını tümdengelim metodunu kullanmamız
gerektiği gibisinden benim anlamadığım bazı açıklamalar yaptıktan sonra,
araştırmalarını Fransa üzerine yoğunlaştırıyor. İzler onu İtalya’ya ardından
TC vatandaşı İtalyan’a getiriyor. İtalyan bulunmaz mı?
(Unutmayın ki bu bir hayal. Hayalde mantık olmaz.) ve iş ortaya çıkıyor.
Kitabın yazarının Hatice Yaşar olduğunu ve yazarın yaşadığını Fransız’lar
kabul ediyor ama iş burada bitmiyor. Daha karışıyor. Şöyle ki, avukat -ben
işimi bitirdim-diyerek yirmi milyonu istiyor. Bu bir. Oscur yayınevi- tamam
ama diyor, ben bu kitabın yayın hakkını almışım. Kapı gibi belge var elimde.
Sadece yeni baskılara Hatice Yaşar ismini yazabilirim o kadar. diyor. İki.
Sizin anlayacağınız avucumu yalıyorum ama işi bu kadarla bitirmeye hiç
niyetli değilim. Avukata yeni bir dava açacağımızı ve kendisine kırk milyon
daha vereceğimi söylüyorum. Bu seferki dava Muhittin beyedir. Davayı
kazanamıyorum. Çünkü Muhittin bey hakime bir belgenin fotokopisini
gösteriyor. Belgede aynen şöyle yazmaktadır.
Hatice Yaşar, iş bu anlaşma ile yazmış olduğu Zangalık Bilinci adlı kitabın
bütün yayın ve satış haklarını Muhittin Gerger’e 30.000.000.000 TL.
(Otuz milyar Türk Lirası) karşılığında devretmiştir.
Hatice Yaşar Muhittin Gerger
xvmhat mutger
Hakim: “Bu senin imzan değil mi?” diye soruyor. İmzaya bakıyorum. Amma
da güzel atmışım. “Evet benim” diyorum. Şaşkınlığım sonsuzdur. Normal
zamanlarda doğru dürüst atamadığım imzayı, ne zaman ve nasıl olmuş da
böylesine güzel attığımın şaşkınlığı içerisindeyimdir.
Avukatım bir sinir küpüdür. Sorgu yargıcından daha beterdir.
-Söyle ne zaman attın bu imzayı?
-Bilmiyorum.
-Yahu çıldırtma insanı! Nasıl bilmezsin
-Belki hastanedeyken atmışımdır.
-La havle.. Yahu hastaneye girmek hapisaneye girmekten zordur. Adam
elini kolunu sallaya sallaya nasıl girdi oraya?
-Bilmiyorum.
Sonuçta avukat bu davadan para almıyor ama yirmi milyonunu istiyor.
Dünyanın harcamasını yapmıştır ama ne de olsa başıma gelenler onu da
duygulandırmıştır. O da insandır. Bu parayı ödemem için bana süre tanıyor.
Bu arada Zangalık Bilinci rekor satışa doğru tırmanmaktadır. Oscur yayınevi
milyarlar kazanmaktadır. Kemal Bey “rica edin bizden az para istesinler de bu
ülkede de yayınlayalım” demektedir. Birgün annemin çağırmasıyla uyandım.
“Kalk iki bey seninle görüşmek istiyor” Takım elbiseli kravatlı iki bey.
-Hatice Yaşar.
-Evet..
-Bizimle geleceksiniz.
Mali şubedeyim. Adının Selahattin olduğunu öğrendiğim bey:
-Kitabınız on milyon satmış” diyor.
-“Gerçekten mi diyorum”
-Haticanım bilmezlikten gelmeyin lütfen, böyle saf ayaklarına yatarak bizi
kandıramazsınız. Paralar nerede?
-“Ne parası?”
-“Kazandığınız paralar”
-“Ben paramara kazanmadım bu kitaptan. İsterseniz araştırma yapabilirsiniz.”
-“Yaptık zaten. Paraları nasıl sır ettiğini de anlayamadık. Helal olsun sana..
Çok uyanıkmışsın. Konuş.. İsviçre bankalarına mı, Brezilya bankalarına mı
gönderdin paraları?”
-“Yahu ben hiçbir yere para mara göndermedim.
-“Vergi kaçırmaktan hakkında suç duyurusunda bulunacağız.” dediler
ki bayılmışım.
Kendime geldiğimde avukatım başucumdadır. Annem haber vermiştir.
(Meğer sağa sola bol bol borçlanmak gerekirmiş. Başınız her sıkıştığında ilk
yardıma koşanlar alacaklılarınız oluyor. Eğer büsbütün batarsanız hava
alacaklarını çok iyi biliyorlar çünkü, neyse..) Nasıl yaptıysa yaptı dışarıya
çıktık. Sevinçle:
-“Bu badereyi de atlatık dedim.
-“Atlatmadık. Takibe alındın. Bu kitaptan ya da başka yollardan para
kazanmak zorundasın artık” dedi.
Güleyim mi ağlayayım mı vaziyetlerde İstanbul’a bilet aldım.
Kemal beyin yanındayım, ağlamaktayım.
Kemal Bey:
-“Siz kadınlar erkeklerin neler çektiğini bilemezsiniz, elinizin hamuruyla
erkek işine karışırsınız sonra da böyle zırlarsınız.”
-“Ben şimdi ne yapacağım?”
-“Elinizde yayınlanmamış hikayeler var mı?”
-“Yazacak ne zamanım ne de moralim oldu iki senedir.”
-“Bakın Haticanım, size tavsiyem kısa zamanda yeni bir kitap yazmanız.
Eğer yazdığınızı basarsak, Oscur yayıneviyle takas yaparız ve Zangalık
Bilincini de bu ülkede yayınlarız.
İçim içime sığmaz bir vaziyette Mersin’e döndüm. Hergün yataktan
kalktığımda
“anne gürültü yapma, bana soru sorma, televizyonu kapat telefonun
fişini çek.”
Diyerek masanın başına oturduğum halde, boş boş kağıtlara bakıp, akşam
boş bir beyinle yatıyorum. Yazmak için azılı bir gayret sarfetmeme rağmen
tık yok. Kesinlikle üretme kabızıyım. Ismarlama kitap yazılmazmış meğer-
diye de bir teori geliştirdim. “Oysa ben nasıl yazardım bir zamanlar.
Beynimde terör estiren düşüncelerin kıskacından kurtulmak için her yere
helaya bile kalem kağıt koyardım.” Diye nostalji takılıyorum. Nostaljimin
avareliğinde avare avare dolaşırken bir gün nasıl olduysa hurdalık dediğim
kapaklı dolaba bakmak geliyor aklıma. Neler yok ki hurdalıkta. Bitmiş esans
kutuları, sağa sola saçılmış ataşlar, Z.Bilincinin taslakları, kitaplar, zımba,
makyaj malzemeleri, notlar tutulmuş ufak ufak kağıtlar, artık hiç kullanma-
dığım kemer, cüzdan, eşarp, gibi aksesuarlar, bir zamanlar yaptığım işlerin
demirbaşları, (gümüş tartı aleti, yüzüklükler, kadife örtü, çeşitli boyalar,
fırçalar, misinalar gibi) ayakkabı bağları, pipo, kırık gözlükler,
ilaçlar, çeşitli yapıştırıcılar, vida mida gibi şeyler.. neler.. neler.
Bütün kağıtları ayıkladım. Neler yok ki kağıtlarda, yüzünü bile hatırlamadığım
dostların adresleri, başlayıp bitiremediğim hikayeler, bitirdiğim ama uçuk
bulduğumdan yayınevine vermeye cesaret edemediğim hikayeler, garip tuhaf
denemeler..
Kağıtları toplayıp masaya oturdum. “Bir dolabın anıları” isminde ilginç bir roman
yazmaya başladım. Romanda dolap baş kahraman dolaba giren tüm eşyalarda
önemli önemsiz kahramanlar ve bitti ve Kemal beyin karşısındayım.
Korkmaktayım. Böyle bir şey yazmanın ve onu Kemal beye getirmenin çılgınlık
olduğunu düşünmekteyim. Kafasını kaldırıp deli saçması bunlar diye bağırmasını
beklemekteyim.
Elbette beğeniyor yazdıklarımı. “Müthiş, muhteşem.. olağanüstü” gibi sözler
söylüyor. Tabi ki kitap hemen basılıyor. İnce ayrıntılarda fazla durmayalım,
Oscur yayıneviyle pazarlık masasına oturuluyor. Teklifimiz şu: onlar Bir Dolabın
Anılarını yayınlayacaklar biz de karşılığında Z. Bilincini. Mırın kırın ediyorlar
başlangıçta. Ne de olsa yeni kitap tanınmamıştır. Z. Bilincinin ünü malumdur.
Bakalım bu kitap ilki kadar tutacakmıdır vb nazlanmalar.
Ama biz de uyanığız. Zan. Bilincinin potansiyelini doldurduğunu, Bir Dolabın
Anılarınınsa hesaplanamaz bir potansiyeli olduğunu, yazarının artık ünlendiğini,
ilk kitabının isminin ikinci kitabı daha çok sattıracağını (veya tersi) vb. gibi
varsayımları masaya sürüyoruz. Oscur ikna oluyor.
Şimdi gergin bir bekleme süresi başlamıştır. Zangalık Bilinci yeniden
Fransızcadan Türkçeye çevrilirken (ki Oscur’a göre aslına uygun olmalıdır,
çünkü kitap bu bozulmuş haliyle tutmuştur.) Bir Dolabın Anıları da Fransızcaya
çevrilmektedir.
Heyecanım doruktadır. Gergin bekleyişim bir ayını doldurmadı ki annem bağırdı.
“Kalk iki bey seni görmek istiyor.”
Mali şubedeyim. Bu kez devlet daha uyanıktır. Her nekadar benim paraların
izini bulamamışsa da yeni kitabımdan haberdardır.
Ve Selahattin bey sormaktadır:
-“Söyle! Bir Dolabın Anılarından kazandığın paralar nerede?”
-“Yahu daha satışa bile çıkmadı. Oscur yayıneviyle aynı anda satacağız.
-“Yahu deme!. Neden?”
-“Çünkü onlardan Zangalık Bilinci’ni alıyoruz.
-“Zaten sizin olan bir kitabı neden alıyorsunuz?”
-“Telif hakkı onlarda.”
-“Telif hakkını ne zaman sattınız.?”
-“Ben satmadım Cırcır Yayınevi sattı.”
-“Cırcır Yayınevine kim sattı?”
-“Muhittin Bey.”
-“Muhittin Bey’e kim sattı?”
-“Cırcır Yayınevi..şey..yani.. bilmiyorum. Muhittin bey biliyor. Neden Muhittin
Bey’in yakasına yapışmıyorsunuz?”
-“Yapışamıyoruz. Yurdu terk etmiş. Biraz da öbür kitaptan bahsedin. Şu
Zorbalık Bilincinden.”
-“Hayda!. Yahu o kitap Zangalık Bilinci zaten.
-“Farkındamısınız Haticanım, konuştukça batıyorsunuz.
Peki bu soruyu geçelim. Dolabın Anıları’ndan hiç kazanamıyor musunuz yani?”
-“Daha satışa çıkmadı. Zangalık Bilinci ile birlikte satılacak.”
-“Neden?”
-“Anlaşma gereği.”
-“Devleti atlatmak için süre- gereği desen ya şuna! Neyse..
Peki bu ne biçim anlaşma ki hiç para almıyorsunuz?”
Hayda.. Delireceğim.. Gözlerimin önünde kitaplar uçuşuyor.. Ne, neydi
ben de karıştırdım. Gözlerim kararıyor..
……
…….
Şu anda hastanedeyim. Bir hamağa uzanmışım. Elimde buz gibi bir içki
kadehi.. Sağımda solumda, avuç kadar mayolarıyla, babayiğit bademler..
Ellerinde yelpazeler…
1998- MERSİN