Yüzüncü Gün
Bu sabah yine susmayan sızılarımla uyandım. Oysa kederlerden saklanmak için uyumak uyumak hep uyumak istiyorum. Ondan kurtulmanın en güzel yolu değil mi uyumak? Ama olmuyor işte. Bir an geliyor ki uyu da terk edip gidiyor. Yanan yüreğimle Araf’ ta kala kalıyorum. Sora düşlerim, özlemlerim kuşatıyor bütün benliğimi. Koca evren benim acılarım kadar oluyor. Uzak bir yerlerde patlayan silahın mermisi benim yüreğimin köşesine değiyor. Kanayan gülüşlerime gözyaşlarım eşlik ediyor. Bir ağlayış bir hıçkırık ki dikenli telden beter yırtıyor bağrımı. Sonra başımı yaslıyorum en sadık dostum olan yalnızlığın omuzuna. Ağlıyorum acılarımın acısıyla. Karakışın kara sabahları, özlemi kara bohçalara sarmış sarmalamış ellerime bırakı vermiş. Ve bende o bohçanın içindekilerleyim. Ruhumu ise mengenenin arasında…
Yüreğinde sevgi, hasret, özlem ve keşkeler olmayanın can evinde hüznü olur mu acaba? Benim aklım ve yüreğim bunlarla dolu. Büyük aşk, sevgi, saygı duyduğum bir değeri, bir cevheri yitirdim. Keder ve hüzün yüklüyüm. Belimi ise, keşke her özlediğimde yanında olsaydım.
Keşke bütün zamanlarımı ona ayırsaydım. Keşke daha çok konuşsaydım. Keşke daha çok dinleseydim. Keşke gülüşünü daha çok seyretseydim. Keşke sevdiği yemeği daha çok yapsaydım. Keşke hiç üzmeseydim. Keşke daha çok yaşasaydı. Keşke yerine ben gitseydim. Keşke… Keşke… Keşkeler büküyor.
Bu gün bir yıldızın gökten akıp gidişinin yüzüncü günü… Yüz gün. Babamsız yüz gün… Nasıl dilim varıyor bunu demeye? Nasıl elim gidiyor bunu yazmaya? Gözlerim daha vefalı her an nemli her an görmeye hasret. Ya yüreğim? Yokluğunun acısıyla yangın yeri…
Geçmişi düşündüğümde hayret ediyorum, her şey ne çabuk yaşanmış bitmiş. Babamı evden yolcu edişimiz daha dün gibi. Annemle balkona çıkar arkasından bakardık. O da bize gülümseyen gözlerle bakarak el sallardı.
Anneme döner “Babam ne kadar yakışıklı, ne kadar güzel bir insan. Ben bu adamın tutkunuyum.” derdim. Annemin gururla gülümseyişi de ayrı hoşluktaydı. Oysa şimdi babamın gezdiği sokaklarda onu arıyoruz. Evimizin kapısından içeri hep onun girmesini bekliyoruz. Heyhat…
Şimdi şu an babamın sazıyla hasbihal edişinin sesi yayılsaydı evimize. Sonra annem “Yine duygulanmış baban, sazının sesinden belli.” diyerek yavaşça çalışma odasına süzülseydi. İlişseydi boş sandalyeye. Hiç konuşmadan dinleseydi bir müddet. Sonra muhabbette başlayarak öğrenseydi yüreğindekini.
Sonra annemin merdivenden inerken ayak seslerini bastırsaydı kara daktilosunun tık tık sesleri. Çayın kokusu eşliğinde saatler geçse, sayfalar dolusu şiirler yayılsaydı çalışma masasının üstüne. Yüreğini kâğıtlara boca ettikten sonra, gelip otursaydı yemek masanın başköşesine. Annem ince esprilerle ilişseydi babama, oda omuzlarını silkerek gülümseseydi bıyık altından. Ve ben yine taraf tutsaydım babamdan yana.
Yaşamı güzel yapan yaşanan güzellikler değil mi? Güzellikler dediğimizde güzel insanlar değil mi? Aklımızda hep onlar saklı kalmıyor mu? Tabiatın güzelliği yenileniyor her ilkbaharda. Ama güzel insanın gidişi hiçbir baharda yenilenmiyor. Babamda güzel insanlardandı. Ve babam gitti benim bütün zamanlarım ve içindeki bütün güzelliklerim sükûta daldı. Şimdi mahzun her yer.