Yüreğin Duyabileceği…
Bir ilişki başlayacağı zaman karşılıklı olarak kapıların açık olması lazımdır, denilir.
“Kalb kalbe karşıdır” anlayışı vardır ya.
Fakat gerçekte böyle bir şey yoktur.
Çünkü aşık ve maşuk yani seven ve sevgili aslında birdir. Peki "bir" olandan karşılık beklenebilir mi, nasıl karşılıklı olsun ki?
Karşılıklı olabilmesi için iki tarafın var olması gerek..
Malayê Cezeri’nin tabiriyle:
Nehtibûn hukmê sîfatan ew ji zatê lem yezel
‘Aşiq û ma’şûqi yek bûn şem’ û hem perwane bû
Husn û hub zatê qedîm in lê cuda bûn ew ji yek
Lê niha ismê hudûsê hikmet û tefsîl we bû
Yek di zatê surşîrînan bû cemal û husn û sur
Yek di qelbê ehlê dil nar û celal û cezbe bû
‘Aşiq û ma’şûqî elheq herdu miratê yek in
Lew di eslê cem’ê da eslê qedîm ayine bû
Yani:
Bilinmez iken zat-ı lemyezelin sıfatları (Zatî güzellik ve hakiki sevgi/aşk hiçbir yaratık yaratılmazdan ta ezelden Kadim olan zatda ayrılmaz bir şey idiler)
Aşık ile maşuk bir idi, hem pervane hem de mum idi
Güzellik ve sevgi Kedimde (ezelde) bir idiler, “bir”den ayrıldılar/birbirlerinden ayrıldılar.
(Fakat) şimdilerde hadıslere tutunduğundan hikmet ve tafsilat böyle oldu
(Gerçekte) aşık ile maşuk birbirinin aynasıdır
Çünkü ezeldeki beraberliklerinde, asılları bir tek ayna idi.
Evet, karşılık koşulu ancak biz hadıslerin sevgi anlayışında vardır, hakikate ulaşanlarınkinde değil. Bir yerde koşul olursa merkez olmak isteyen bir tarafın varlığı da kaçınılmaz olur.
Ve bu merkez olma arzusunun aşk gibi sevgi gibi koşulsuz yaşanması gereken duygularda yeri yoktur. Böylesi bir arzu ancak benlik duvarını yıkamamış ve o harabede esarette olanların arzusudur. Asrımız sevgisinin kelimelere sıkıştırılma hastalığının da ötesindedir bu.
Bu bağlamda bizden öncekilerin yaşadığı gibi bir ilişki veya iletişimi yaşamak istediğini veya yaşadığını telaffuz eden biri; günümüz insanlarının sıradanlaştırdıkları gibi illaki cinsler arası veya cinsi bir ilişki gibi bir hali yaşamak istediği algılanmaktadır. Oysa böyle düşünülmemelidir.
Şems ve Mevlana; ayrı cinsler olmadığı halde, birbirilerine nasıl bir duygu ile bağlandıkları malumdur.
Cinsler önemli değildir bu noktada. Sevginin başladığı ilk yer kalptir. Kalbin de cinsi yoktur. Daha da ileri gidersek ruhtur. Ve en son olarak cinsliği oluşturan bedenle ilişkisi oluşmaktadır sevginin.
Yine Mela der ki:
Hê di ber qalû bela belku ev ‘alem nebû
Çerx û dewran dewrê gerdûn gunbedê mîna ne bû
‘Erş û kursî hêj di mexfî bûn di kenza qudretê
Husnê heq bû istiwaê lami’a ‘işqê hebû
Yani:
Ta kalu beladan belki bu alem olmazdan
Zaman çarhı ve zaman, dönen felek ve mavi gök kubbe henüz yok iken
Daha arş ve kürsî Kudret’in hazinesinde/ilminde gizli iken, sadece ilminde mevcud iken
Kemalde iken Hakkın güzelliği/cemalullah, aşkın nuru var idi.
Hakikat olan sevgide önce kalpler arası bir iletişim başlar. Dış görüntü ve cinsi özellikler ikinci plandadır veya vesiledir.
Yani beden sevgiye hükmedemez. Şayet gerçek olsa etmemelidir de, çünkü ruhun işidir. Ruh ise Allah’tandır.
Hani bazen birisine dersiniz ya; nasıl bunu sevdin diye.
Sevgi başladığı zaman ona hiçbir duygu hükmedemez, karşı koyamaz. Kalpler sadece birbirleri için çarpmak isteyeceklerdir artık.
Zaten ancak birbirleri için çarpan kalpler birbirlerinin dilinden anlayabilir. Aynaya baktığında onu görmeli…
Sen O’sun artık…
Bir yerlerden başlamak bir ucundan tutmak gerektiğini düşündüğün an tünele girdiğin andır…
Nereye kaçarsan kaç nerede olursan ol onunlasın artık… Ne bir adım uzağa ne de bir kuytu yere girersin onsuz…
Ve yolculuk başlar yürek tünelinde…
Cevabını ne zaman, hangi köşede bulacağını bilemediğin sorular oluşur bilinçaltında…
Kendi kendine konuşmaya başlar yüreğin... O ana dek hiç sorulmamış sorular sorar…
Nerede başlar, nerede biter, yol kime gider?
Bir yürekte başlayan bir yürekte biter…
Yürek fısıldamaya başlar artık onun tılsımında… Ve artık onda bulmaya çabalar tüm sorularının cevaplarını…
Nasıl da yanar, nasıl da sızlar sessizce yürek!
Cezerînin dediği gibi:
Bi narê firqetê soht im, ji ferqê ser heta pê da
Xedenga xefletê noht im, ji berqa lami’a tê da
Xedenga firqetê re’d e, dilê ew xefletê lê dit
Dibêj im; wer cebel bit ew, bi ker bit wê di gavê da
Heçî firqet nedî hicran, nebê min dax û key lê ne
Ji bil derbê di hicranê, fîraqa ruh û can kê da
Yani:
Ayrılığın ateşiyle baştan aşağı yandım
Gafletimden dolayı hedef olduğum xedeng oklarının şimşeklerinden ateş aldım-yanıyorum
Ayrılık okları, yıldırım gibidır aniden hangi gafil kalbe saplanırsa
Zannederim ki; dağ gibi olsada gönül, anında lime lime olur.
Hicran acısını tatmayan, bedenimde yanık ve dağlanma var demesin
(Sevgiliden) ayrılığın darbesinden başka beden ve ruhu kim ayırabilirki?
Hangi taksimin payındandırki ona verilen … Ve yine kimseler bilmez, ancak yürek anlar payına düşenden nasiplenmeyi…
Gamda değilim, şikayet de etmiyorum dostlar şayet; hal ehliyse ikiyi bir yapansa, ben sukutu konuşup o duyansa.
Damla olmadan derya neye yarar ki? Damladır deryaya değer kakatan diyebiliyorsa. Kainatın anlamını bir damla suda görebiliyorsa, yürek yolumu onda bitirip kördüğümü atmaya azm etmişse, ne dünde ne yarında, şimdi burada; dediğimi anlıyorsa, yüreğimden çıkan sözlerin her bir harfini mana deryasına döküp harmanlıyorsa.
Geceyi gündüz, gündüzü de gece bilip uyku sarhoşu olmuşsa, aşk badesini yüreğimin kadehinden yudumlayansa ve yüreğimi yüreğinde bulduransa…
Ne gama düşerim ne de şikayet ederim halimden.
Cehalet değildir bu halim, hali kavrayamayışım hiç değil!
Hecer -ül esved” i bırakıp, cihanı kokunda tavaf edip sende noktaladımsa tavafı, dönüşümün senden sana olduğunu kavrayışımdan değil midir?
Ne demiş Mela:
Çûm tewafa pê û destan, şubhetê sekran û mestan
Ehlê hal û xûbperestan, wan ji ‘umr ev mudde’a ye
Yani:
Deliler ve sarhoşar misali, (sevgilinin) el ve ayaklarını tevafa (öpmeye) yöneldim
Hal ehlinin, güzellere tapanların hayatta bekledikleri budur.
Yüreğimden çıkan sözler midir ki “İrci’i”/ “dön” çağrısına mazhar olmaya yeten.
Razı olunmasam da döneceğim sanadır sana. Bilirim ki döneni razı edecek olansın sen. Binlerce kilometre yerin altında katmerleşmiş sızım ile kapındayım, duyduğunu çöl gülünün fısıltısı mı sanırsın, yedi gök kubbeyi aşıp yüreğini ince feryadıyla tokmaklayan…
Her ne kadar; yüreğin duyabileceği sözler ancak yürekten çıkan olsa da, yüreğimi dahi sana verdiğimden yüreksiz kaldığımı bilen! Duy beni artık!
Yüreksiz haykırışlarımı duy ne olursun.
Rivayet edilir ki: "Birbirlerine kırılan iki dosttan biri, uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar:
-“Kim o?” diye seslenir içerdeki.
-“Benim” der kapıyı çalan.
-“Burada ikimize birlikte yer yok!” gidin diye cevap veririlir.
Aradan uzunca bir zaman geçer… Yeni bir umutla tekrar gelir ve çalar sevdiği dostunun kapısını.
-“Kim o?” diye sorar yine içerdeki.
-“Sen’im!” der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır. "
Mevlânâ da;
“Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta ‘o’ olmalısınız” diye anlatır hakiki muhabbeti...
Bilenler bilirler bu hali ki demişler;
Edneyteni minke heta; zenentu inneke inni
Yani: Beni kendine o kadar yaklaştırdın ki; Seni ben sandım.
Böyle olmalı, bu işin beni seni olmamalı…
Evet, yüreğe hükmetmek için yürekten hüküm vermek gerek. Çünkü yüreğin duyabileceği sözler ancak yürekten çıkandır.
M. Burhan HEDBİ
En büyük hata beşeri aşk ile ilahi aşkı birbirine karıştırmak değil midir? Birinde bulunca aşkı yaradanını unutmak değil midir düşülen gaflet?
Çok güzel bir yazıydı, keyifle okudum. Kaleminize sağlık...
Bu da benden olsun:
Âh mine’l-ışkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi harârâtihi
Mâ nazara’l-aynü illa gayrikum
Uksimu billâhi ve âyâtihî
Âh! Aşkın elinden ve onun hallerinden. Benim yüreğimi yaktı yandırdı.
Eylül 19th, 2011 at 00:17Andolsun! O’na ve O’nun âyetlerine ki; nazar etmem senden gayrı güzele.