Yüreğin Duyabileceği(!)
Günümüzde bir ilişki başlayacağı zaman karşılıklı olarak kapıların açık olması lazım gelir, denilir. “Kalb kalbe karşıdır” anlayışı var ya. Fakat gerçekte böyle bir şey yoktur. Çünkü âşık ve maşuk yani seven ve sevgili aslında birdir. Bir olanda karşı-öteki taraf var mı? “Bir olandan" karşılık beklenebilir mi, nasıl karşılıklı olsun ki? Karşılıklı olabilmesi için iki tarafın var olması gerek. Peki, "Bir olmayı" başar(a)mayanda sevgiyi, muhabetti, vefayı aramak ne kadar doğru olacak!
Malayê Cezeri’nin tabiriyle:
"Bilinmez iken zat-ı lemyezelin sıfatları (Zatî güzellik ve hakiki sevgi/aşk hiçbir yaratık yaratılmazdan ta ezelden Kadim olan zatta ayrılmaz bir şey idiler)
Âşık ile maşuk bir idi, hem pervane hem de mum idi
Güzellik ve sevgi Kedimde (ezelde) bir idiler, “bir”den ayrıldılar/birbirlerinden ayrıldılar.
(Fakat) şimdilerde hadıslere tutunduğundan hikmet ve tafsilat böyle oldu
(Gerçekte) âşık ile maşuk birbirinin aynasıdır
Çünkü ezeldeki beraberliklerinde, asılları bir tek ayna idi."
Evet, karşılık koşulu ancak biz hadıslerin (sonradan olmaların/fanilerin) sevgi anlayışında vardır, hakikate ulaşanlarınkinde değil. Bir yerde koşul olursa merkez olmak isteyen bir tarafın varlığı da kaçınılmaz olur.
Bu merkez olma arzusunun aşk gibi sevgi gibi koşulsuz yaşanması gereken duygularda yeri yoktur. Böylesi bir arzu ancak benlik duvarını yıkamamış ve o harabede esarette olanların arzusudur. Asrımız sevgisinin kelimelere sıkıştırılma hastalığının da ötesindedir bu hal.
Bu bağlamda bizden öncekilerin yaşadığı gibi bir ilişki yaşamak veya iletişime girişmek istediğini ya da yaşadığını telaffuz eden biri, günümüz insanlarınca; o kişinin de artık sıradanlaştığı (sözüm ona süfli duygulara meyl ettiği) gibi illaki cinsler arası veya cinsi bir ilişki gibi bir hali yaşamak istediği algılanmaktadır. Oysa böyle düşünülmemelidir. Fakat herkes heybesinde olanı satar...
Aşk tarihinde sembol olan Şems ve Mevlana'nın da ayrı cinsler olmadıkları halde, birbirilerine nasıl bir duygu ile bağlandıkları malumdur. Aşk tarihine baktığımızda birçok benzerlerini görebilmekteyiz. Cinsler önemli değildir bu noktada. Sevginin başladığı ilk yer kalptir. Kalbin de cinsi(yeti) yoktur. Daha da ileri gidersek ruhtur. Ve en son olarak cinsliği oluşturan bedenle ilişkisi oluşmaktadır sevginin.
Yine Mela der ki:
"Ta kalu beladan belki bu âlem olmazdan
Zaman çarhı ve zaman, dönen felek ve mavi gök kubbe henüz yok iken
Daha arş ve kürsî Kudret’in hazinesinde/ilminde gizli iken, sadece ilminde mevcut iken
Kemalde iken Hakkın güzelliği/cemalullah, aşkın nuru var idi."
Hakikat olan gerçek sevgide önce kalpler arası bir iletişim başlar. Dış görüntü ve cinsi özellikler ikinci plandadır veya vesiledir. Yani beden sevgiye hükmedemez. Şayet gerçek olsa etmemelidir de, çünkü ruhun işidir. Ruh ise Allah’tandır.
Hani bazen birisine dersiniz ya; nasıl bunu sevdin diye?
Sevgi başladığı zaman ona hiçbir duygu hükmedemez, karşı koyamaz. Kalpler sadece birbirleri için çarpmak isteyeceklerdir artık. Zaten ancak birbirleri için çarpan kalpler, birbirlerinin dilinden anlayabilir. Aynaya baktığında onu görmeli…
Sen O’sun artık…
Bir yerlerden başlamak, bir şeylerin ucundan tutmak gerektiğini düşündüğün an tünele girdiğin andır… Nereye kaçarsan kaç, nerede olursan ol; onunlasın artık… Ne bir adım uzağa ne de kuytu bir yere girersin onsuz…
Ve yolculuk başlar yürek tünelinde…
Cevabını ne zaman, hangi köşede bulacağını bilemediğin sorular oluşur bilinçaltında…
Kendi kendine konuşmaya başlar yüreğin...
O ana dek hiç sorulmamış sorular sorar…
Nerede başlar, nerede biter, yol kime gider?
Bir yürekte başlayan bir yürekte biter…
Yürek fısıldamaya başlar artık onun tılsımında…
Ve artık onda bulmaya çabalar tüm sorularının cevaplarını…
Nasıl da yanar, nasıl da sızlar sessizce yürek!
Cezerî'nin dediği gibi:
"Ayrılığın ateşiyle baştan aşağı yandım
Ayrılık okları, yıldırım gibidir aniden hangi gafil kalbe saplanırsa
Zannederim ki; dağ gibi olsa da gönül, anında lime lime olur."
Hangi taksimin payındandır ki ona verilen…
Ve yine kimseler bilmez, ancak yürek anlar payına düşenden nasiplenmeyi…
Gamda değilim, şikâyet de etmiyorum dostlar şayet; hal ehliyse ikiyi bir yapansa, ben sukutu konuşup o duyansa.
Damla olmadan derya neye yarar ki? Damladır deryaya değer katan diyebiliyorsa. Kâinatın anlamını bir damla suda görebiliyorsa, yürek yolumu onda bitirip kördüğümü atmaya azim etmişse, ne dünde ne yarında, şimdi burada; dediğimi anlıyorsa, yüreğimden çıkan sözlerin her bir harfini mana deryasına döküp harmanlıyorsa.
Geceyi gündüz, gündüzü de gece bilip uyku sarhoşu olmuşsa, aşk badesini yüreğimin kadehinden yudumlayansa ve yüreğimi yüreğinde bulduransa…
Ne gama düşerim ne de şikâyet ederim halimden. Cehalet değildir bu halim, hali kavrayamayışım hiç değil!
Hecer -ül esved” i bırakıp, cihanı kokunda tavaf edip sende noktaladımsa tavafı, dönüşümün senden sana olduğunu kavrayışımdan değil midir? Anla artık!
Ne demiş Mela?
"Deliler ve sarhoşlar misali, (sevgilinin) el ve ayaklarını tavafa (öpmeye) yöneldim
Hal ehlinin, güzellere tapanların hayatta bekledikleri budur."
Yüreğimden çıkan sözler midir ki “İrci’i”/ “dön” çağrısına mazhar olmaya yeten.
Razı olunmasam da döneceğim sanadır sana.
Bilirim ki döneni razı edecek olansın sen.
Binlerce kilometre yerin altında katmerleşmiş sızım ile kapındayım. Duyduğunu çöl gülünün fısıltısı mı sanırsın, yedi gök kubbeyi aşıp yüreğini ince feryadıyla tokmaklayan…
Her ne kadar; yüreğin duyabileceği sözler ancak yürekten çıkan olsa da, yüreğimi dahi sana verdiğimden yüreksiz kaldığımı bilen! Duy beni artık!
Yüreksiz haykırışlarımı duy ne olursun.
Bilenler bu hali bilirler ki demişler; Beni kendine o kadar yaklaştırdın ki; Seni ben sandım.
Böyle olmalı. Bu işin beni seni olmamalı…
Evet, yüreğe hükmetmek için yürekten hüküm vermek gerek. Çünkü yüreğin duyabileceği sözler ancak yürekten çıkandır.