content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

21 May

Yüreğimde Saklananlar

Sınık köprü hudut kapısından geçtiğimiz andaki duygularım geldi aklıma. Hele o aniden bastıran ılık yağmur yok mu? Ah ne kadar da güzeldi. Deli gibi, sicim gibi, bardaktan boşalır gibi yağan yağmurda herkes bir yere sığınmıştı. Bir ben kalmıştım sağanak altında. Aslında bilerek kalmıştım. Ayakkabımı çıkarıp elime aldım. Çıplak ayakla kaldırım taşlarının üstünde durdum.

Yağmur yağdı ben onu doyasıya seyrettim. O benim saçlarıma dokundu bende onun her damlasına sarıldım. Şemsiye getirmek isteyenleri de duymadım, buraya gelin hasta olursunuz diyenleri de. Manaya inmeden bakanlara yağmur her yerde yağmurdu. Ama bana göre bin bir anlam taşıyordu. Yıllarca birikmiş hasretin kavuşmasıydı. Hazar’ dan kalkan bulutların yüzüme dokunmasıydı. Babaannemin gözyaşlarıydı. Dedemin ardında bıraktıklarıydı. Daha nice sırlar vardı içimde.

O an ki mutluluğumu nasıl anlatabilirim ki? Bütün olumsuz bürokratik sıkıntılara rağmen, kapının Azerbaycan tarafında meyve satan köylü analarımın bacılarımın o yüreklerini hangi kelime ifade edebilir, hangi kalem yazabilir ki. Şimdi düşünüyorum da iyi ki işlemlerimiz uzamışta orada o kadar zaman geçirmişiz.

Yoksa onları nasıl tanırdım ki, o yürekleri bir daha nerede bulabilirdim ki. Bizi evine davet eden o gönül zengini asil insanları unutmak bir tarafa, aradan geçen iki yıla rağmen ne aklımdan çıkıyor nede gönlümde duyduğum sevgi azalıyor. Oysa her hasreti zaman hafifletmez mi? Bana neden tesirsiz kalıyor yıllar.

Göz alabildiğince uzanan geniş ovanın koynunda inci gibi dizilen ve biri bir diğerinden güzel köylerden geçiyorduk. Evlerin çatılarından saçaklara doğru dantel gibi işlenen teneke saclar büyülemişti beni. Motif motif işlenmiş, ilmik ilmik dokunmuştu sanki. Eve girmeden önceki geniş balkon tavanında ayrı bir sanat barındırıyordu.

Yüksek bahçe duvarları ardında bunları gördüğümde “acaba içeride daha ne güzellikler saklıdır.” Diye içimden geçiriyordum. Keşke biri bana gel bak dese de bende gidip o sabır ve emeğe dokuna bilsem diye iç geçiriyordum. Şoförümüz acelesi varmış gibi çabucak geçmişti oradan, ya da bana öyle gelmişti. Dönüp ardıma baktığımda içim burkulmuş, gözlerimden akan yaşları arkadaşlarımdan saklamıştım.

Arkadaşlardan birinin “İşte giriyoruz.” Sözüyle pür dikkat etrafı seyrediyordum. “Yeni yapılan geniş caddelerinle, ovaya yayılan evlerinle, Kalabalık merkezinle, sıcak insanlarınla, ah Gence ne güzel şehirsin sen. Nice hanlar seninle övündü, nice beyler sende yurt yuva kurdu. Uğrunda nice kılıç kınından sıyrıldı. Kim bilir kaç kez toprağının bağrı kanadı. Nice zaferler senin sesinde segâh oldu Kafkas dağlarında yankılandı. Ana oldun Nizami’ yi, Cevat hanı besledin, büyüttün. Tarihinin alın yazısında nice zulümler yaşanmış olsan da, sen asilzade kaldın hep. Her zaman da onurlu gururlu zarif ve muhteşemsin.

Şimdilerde Han bağında Hanların yoksa da köşeli şapkalarıyla parklarda oturup seni seyrine doyamayanların var.” diyerek içimden konuşurken gururumuz onurumuz olan Başkonsolosumuz karşıladı bizi. Karşılıklı bilgi ve sohbetin ardından, bize eşlik eden rehberimiz eşliğinde güzel Gence’ yi gezmiştik. Bir sihir şehriydi sanki. Aslını yitirmemiş dimdik mağrurdu Gence.

Kafkas sıra dağlarının eteğine serilen Gence, Bakü arasındaki o ruhumu okşayan sakin düzlüğü muhabbetle gönlüme yüklerken, gözlerim uzakta uzun vagonları ağır aksak çeken trene ilişti. Pencereye alnımı yasladığımda duygu med cezirlerinde kayboldum gittim. “Bizim oralarda trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.” Diyordu Cengiz Aytmatov’ un gün olur asra bedel eseri. Bende eskilere gidip geliyordum.

Fotoğraf çekmek için aracımızın yan penceresine iyice sokuldum. Birkaç kareden sonra, göz alabildiğince geniş olan ovanın güzelliğini seyretmeye daldım. Akşam güneşinin ufukta ki renk cümbüşünden payını alan sıra dağlar mora boyanarak, tüm heybetiyle karşımda duruyordu. Tepesinden aşağıya gelin tülü gibi inen bulutları gülümseyen yüzümle seyrediyordum.

Akşamın laciverti, gecenin karanlığına büründüğü vakit, yıldızın gökyüzünü süslemesi gibi, ışıltısıyla Abşeron yarım adasını süsleyen Rüya şehir, güzeller güzeli Bakü’ ye varmıştık. Bizi Bakü küleği (Bakü rüzgârı) ve bereketli yağmuru karşılamıştı. Gökyüzü yıldırımla gürlüyor, şimşekle aydınlanıyordu. Ben başımı yukarı kaldırdım. Her damla yüzüme, gözüme, saçlarıma damlasın istiyordum. “ Islanıp hasta olacaksın.” Diyen arkadaşlarımı duymazdan geliyordum. O an kaybolan yıları arıyordum Bakü gecesinde. Yirmi yılı aşan bir zaman geçmişti aradan. Ve bir daha kısmet olur mu kim bilebilir ki?

Oysa ben onu görmeden önce, taa çocukluğumdan itibaren, kendimi bilmediğim yaşımdan beri bilirdim. Ninelerim dedelerim anlatırdı oraları bana. Türkiye’nin bir ucunda ki bir köyde akşam saat dörtte “Danışır Bakü” derdi kırmızı çantalı pilli radyomuz. Ve başına toplanırdık ailece. Haberlerin ardından muğamlar segâhlar ve babaannemin akıp giden gözyaşları silinirdi siyah kalağasına (Büyük ipek başörtü).

Kaybolup giden akrabalarının hatıraları gelirdi aramıza. Saatlerce dinlerdik, hüzün ve hasretle dolup, üzülürdük. Sonra sandıktan birkaç yeri kırılmış siyah beyazdan sarıya dönmüş fotoğraflar çıkarılır öpülürdü gözyaşları arasında. Düşmana kin besler, yitirdiklerimizin acısını can evimizde yaşardık.

Sonra ümitsizce hayaller kurardık. Babaannem” Bir gün, ah bir gün olacak mı salahlı köyünün bulağından bir yudum su, havasından bir nefes, toprağından bir avuç gözlerime dökülsün.” Ona nasıp olmadı. Düşündükçe yüreğim yanıyor, içim acıyor. Şimdiki şartlar olsaydı da onu alıp götürseydim. Yüz sürseydi her taşına toprağına.

Türk yurdu, Güzel Azerbaycan’ım ecdadımın kanı, şimdi sendeki kardeşlerimin damarlarında dolaşıyor.

Oteldeki odamda yatağıma uzandığımda “Meğer ne çok özlemişim seni” dedim içimden.

Sabah erkenden uyandığımda heyecanlıydım. Hazar’ı seyredip, Şehitler Hıyabanına giderek gönülden hasbıhal ettim. Sonra Elçibey’ ın, Vahapzade’ nin ve daha nice değerli insanların makamında duaya durdum. İçimi dolduran duygular boğazımda düğümlenmişti. Şehitler abidesine doğru ilerledim. Masmavi gök kubbe altında bir tarafta Türkiye, bir tafta da Azerbaycan bayrağını nazlı nazlı dalgalanırken gördüğümde boğazıma düğüm olan hislerimi göz pınarlarıma teslim ettim.

Ziyaretlerin ardından Azatlık meydanına yürüdük. Kıyıdan biraz içeride duran kız kalesini uzaktan seyrettim. Hazar… Mağrur Hazar nasılda yakışmışsın bu güzel ülkeye, Türk yurduna. Guruptan ayrılıp, kıyısına yürüdüm. Korkuluklara yaslanıp epeyce seyrine daldım. Sonra başımı çevirip arkamda duran Bakü ye baktım, sonrada şanlı iki bayrağa “ Nasılda yakışıyorlar bir birlerine” dedim yüksek sesle. Kayaları kucaklayan beyaz köpüklü dalgalar Bakü ile Hazar’ ın tutkulu aşkını haykırıyordu dünyaya. Onlar Türk’tü sevdalıydı bir birine. Bunu ilk kez o gün orada gördüm. Sustum dinledim, sesleri titrekti. Segâhlarında ağlama dağlık Karabağ diyordu ikisi de sessizce.

Her şeyin sonu olduğu gibi bizimde ziyaretimizin sonu gelip çatmıştı. Can kardeşlerimizi arkamızda bırakıp yola revan olmaya hazırlanıyorduk. Birkaç gün içinde bize gönüllerini açan birçok kardeşimizin yanı sıra İlahe Hanım, Şükür bey, Halide Halit hanım gönlümüzün başköşesine yer etmiş, gittiğimiz her yere, düşündüğümüz her anımıza, yaşadığımız hatıralarımıza dost ve yaren oldular.

2014/ANKARA

Etiketler : , , , , , , , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank