Yiyecek Köleliği
Dünyada hiçbir küresel güç, gıda ve iletişim gibi çok güçlü iki silah varken, toprak savaşına girişmez.Siyonist Henry Kissenger meselenin önemini; “Tarım, Tarım Bakanlıklarının ellerine bırakılamayacak kadar önemlidir” cümlesiyle özetliyor.
Bugün birçoğumuz fark edemesek de en vahşi bir şekilde süren gıda savaşına, ‘kıyamet savaşı’ da deniliyor. ABD’nin, yiyeceği politik ve askeri silah olarak kullanmasını, yine Kissenger, oldukça manidar bir şekilde “dosta ödül, düşmana ceza” olarak açıklar.
Gıda, Türkiye’nin hiç hiçbir zaman öncelikli hatta milli güvenlik meselesi ol(a)mamıştır. Özellikle son yıllarda çıkarılan tohumculuk ve GDO yasalarıyla, bırakınız bir güvenlik meselesi olmayı, gıda ve tarımın yabancı güçlere bağımlılık aracı hâline dönüştürülmesine dahi izin verilmiştir.
Gıda ve tarım sorunlarına karşı yeterince tepkisel olamayan bir toplum, helal-haram meselesini de maalesef öncelikli bir sorun olarak görememektedir. Bu durumu, Cafcaf Dergisi’ndeki “Helâl haram ver Allah’ım, Rıfkı kulun yer Allah’ım!” şeklindeki karikatür oldukça iyi anlatıyor…
* * *
Muhterem Hayrettin Karaman hocamız, geçtiğimiz hafta Yeni Şafak’taki köşesinde “helal gıda” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Hocamız açık açık dile getirmese de, helal sertifika çalışmaları yapan ‘Gimdes’ isimli derneği eleştiriyor. Hocamız, bir süredir söz konusu derneğin Fıkıh Kurulu’nda idi. Sanıyorum artık değil.
İsim vermeden yapılan bu eleştiriler bize yönelik olmasa bile, bir kısmı maalesef yanlış anlamalara neden olabileceğe benziyor. Bu eleştirilerin ayrıca, başkanlığını yürüttüğüm Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin inşa etmeye gayret ettiği bilincin yara almasını sağlayacağı endişesindeyim.
Yazıdaki helal tüketimin önemine yapılan vurgu son derece önemli. Zaten Karaman hoca gibi bir âlimden başkası da beklenemez.
Hocamdan kızmamasını dileyerek, bu kısa makaleden yanlış anlamalara neden olabilecek bazı hususları alıntılayarak, görüşlerimi dile getiremeye gayret edeceğim. Konunun hassasiyeti nedeniyle bir hüküm çıkar(t)maktan öte; son yıllarda öze dönüş çalışmaları olmakla beraber, hassasiyetini önemli ölçüde kaybetmiş bir toplumda, meselenin üstün körü geçiştirilemeyeceği kanaatini taşıyorum.
Geleceğinden hiç kuşku duymadığım, ‘Hayrettin Karaman’dan daha mı iyi bileceksin’ gibi itirazları da elbette önemserim. Lakin mesele yapılabilecek eleştirileri önemsemeyecek kadar önemli…
Hocanın Gimdes’ten söz ettiğini belirtmiştim. Bu “bazı İslam ülkelerinde "helal gıda sertifikası" vermek üzere bazı kurumlar ve kuruluşlar faaliyet gösteriyordu. Son birkaç yılda ülkemizde de bazı teşebbüsler oldu, sivil kanattan birkaç kuruluş bu işi üstlendi, isteyene sertifika veriyorlar” ifadesinde açık açık karşılık buluyor. Gimdes’e yönelik eleştiri konusu meselenin başka bir boyutu. Yazımızın ana konusu olmadığından değinmeyeceğiz.
Makalede “Bir yiyecek veya içeceğe haram diyebilmek veya helal damgası basmamak için bütün muteber İslam mezheplerinin ve âlimlerinin o nesneye haram demesi gerekir. Eğer bir nesne hakkında ‘haram, mekruh, mubah’ şeklinde birden fazla fetva varsa o nesneye "mutlak manada haram" damgası basılamaz; gerekiyorsa ‘filan mezhebe göre haram, diğerlerine göre helal’ denir” diyor Hayrettin Hocamız. Gıda Güvenliği Hareketi olarak bizde tam da Hoca gibi düşünüyoruz. Bir ürünün haram ya da helalliği konusunda en azından yaşadığınız coğrafya da yaşayan insanların ittiba ettiği mezheplerin ittifak etmesi gerekir. Buda yeterli olmamalıdır. Genele göre helal sayılan bir madde, kişinin kişisel yapısı nedeniyle, özelin de o kişi için haram da olabilir. Bu nedenle bir ürüne tümüyle ‘helal ya da haram’ demek en azından ‘haram’ demek son derece zordur. Lakin günümüzde durumun son derece önemli bir başka boyutu var ki, bu helal haram tartışmalarının derinleşmesine neden oluyor. İlerleyen satırlarda bu soruna değineceğiz.
Hayrettin hoca, “Jelatin, koruyucu maddeler gibi yeni ürünler var. Bunların bir kısmının yapımında domuz ve murdar hayvanın bazı kısımları kullanılıyor. Ayrıca bu koruyucu maddelerin insan sağlığına zararlı olduğundan söz ediliyor. İşte bu iki sebeple Müslümanlar sıkıntıya sokuluyor, koruyucu maddesinin yapımında domuz kullanılmıştır diye birçok yiyecek ve içecek haram listesine alınıyor ve bu listeler elden ele dolaşıyor. Fıkıh alimlerine göre madde, "erime, donma, kuruma, karışma" gibi fiziki; sarhoşluk veren bir içeceğin sirkeye, hayvanın tuza dönüşmesi gibi kimyevi değişiklikler geçirirse eski hal, mahiyet ve hükümleri de değişir. Değişmiş yeni madde "tuz ve sirke" adını alır, helal olur” şeklindeki sık sık tekrarladığı görüşünü yineliyor.
Bu görüşe, bazı nedenlerle katılmak güç…
Bir: Jelâtin konusunda, kitap olacak hacimde çok önemli araştırmalar yaptım. Araştırma inşallah ilerleyen aylarda yayınlanabilecek. Fakat şu kadarını belirtmeliyim. Jelatin, domuz, sığır veya balık gibi canlıların deri ve kemiklerinden elde ediliyor. Helal görüşünü savunanların bir kısmı, meselenin teknik boyutunun ayrıntısına vakıf olamayabiliyor. Küresel eğitim düzeneğinden geçmiş, bazen dini hassasiyeti olmayan kimselerin verdiği bilgiler üzerinden, ‘deri ve kemikler kimyasal bir değişime uğramıştır. O halde o artık domuz değil jelâtindir. Yeni bir ürünle karşı karşıyayız. Bu durumda -metinde de ifade edildiği üzere- ‘alkole tuz ekleyince, sirke oluyor, o halde sirke helaldir.’ Ya da ‘hayvan tuzun içine düşüp tuz olmuştur, o halde tuz helaldir’ denilerek, verilen bu fetvalar küresel düzeneğe hizmet eder bir hâl alabiliyor. Sorunumuza çözüm üretmekten öte, yeni sorunlar ve ihtilaflar doğuruyor.
Hâlbuki yeni tekniklerle, bir jelâtinin domuzdan mı yoksa sığırdan veya balıktan mı elde edildiği hatta deriden mi yoksa kemikten mi üretildiği bilinebiliyor. Bir özel üniversitenin laboratuarlarında ve hatta uzun mücadelelerimiz sonrasında artık Tarım Bakanlığı’nın İstanbul İl Kontrol Laboratuarı’nda da bu analizler yapılabiliyor. Yani DNA veya başka teknik yöntemlerle, bir ürünün menşei önemli ölçüde tespit edilebiliyor…
Mesela gıda maddeleri, nedenli endüstriyel işleme tabi tutulurlarsa tutulsun, ne denli genetik değişiklik ve DNA bozulmaya tâbi tutulursa tutulsunlar, içeriğinde -insan da dâhil- hangi hayvana ait bir içerik bulunup bulunmadığı ‘FoodExpert ID’ adlı testle tespit edilebiliyor. Yahudilerin bir bölümü, domuz ürünü kontrolünde bu tekniği kullanıyor.
İki: Ebu Talha r.a. anlattığına göre, Resûlullah s.a.v.'den "İçkiye vâris olan yetimler" hakkında sorulmuştur. Resülullah s.a.v.: "Dök onu!" emretmiştir. Ebu Talha: "Sirke yapsam olmaz mı?" deyince de "Hayır!" diye cevap vermiştir." Ebu Dâvud, Eşribe 3 (3675); Tirmizî, Büyû 58, (1293) - Kütüb-i Sitte Cilt 3, Hadis Şerif 219 s29) Kütüb-i Sitte’nin üçüncü cildinin 29. sayfasında 219. Hadis-i Şerif’le ilgili olarak şu açıklama yer almaktadır. “Âlimler bu hadisin hükmünde de az çok ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, şarabın hiçbir surette kullanılmaması gerektiğine hükmederler. Zira malının ziyan edilmesi hususunda en ziyâde hassasiyet gösterilmesi gereken yetimlere, miras yoluyla intikal eden şarabın sirkeye tahvîl (dönüştürülerek) edilerek, değerlendirilmesine cevaz verilmemekte, dökülmesi emredilmektedir. Hz Ömer, İmam-ı Şafiî, Ahmet İbn-i Hanbel hazerâtı bu görüştedirler.”
Buradan sadece kendimi bağlayan bir görüş çıkarıyorum ve diyorum ki: Şaraplara tuz ilave edilerek sirkeleşmesine izin verilmeyerek, dökülmesi yani ‘şarapların israf edilmesi’ isteniyor. Zaten sirke, şarap ya da benzer bir alkole tuz ilave edilerek elde edilmez. Sirke yapmanın özel yöntemleri var. Bu nedenle, sertifika meselesinde sertifika “haram” ittifakına bağlanıyor. Bu doğru ise bu Hadis-i Şerif’i nereye koyacağız? Ben kendim için, domuzdan yapılan jelatini helal saymıyorum. Hatta bu sığır jelatini olsa bile geçerli. -Türkiye, jelatin üreticisi bir ülke olmayıp, jelatin gereksinimini 17 dolayında batılı ülkeden tedarik ediyor- Çünkü et tesisleri, lokantalar ve otellerden toplanan kemiklerden veya derilerden elde edilen bir sığır jelâtininin, helal kesim bir hayvandan elde edildiğini de kimse ispat edemez. Yani, helal kesim yapıldığı isbat-ı kabil gözükmüyor. Bu nedenle, mesele en azından şüpheli hâle gelmektedir. Jelatin hiçbir besin değeri olmadığı gibi, jelatin yiyerek yaşamak da imkânsız ve de bir ihtiyaç değil… Doğrusu hocamız, bu tartışmayı ‘helal-haram’ bağlamında değil de ‘şüpheli ve gerekli olup olmadığı’ bağlamında yapsaydı daha isabetli olacaktı. Bu bağlamda da “Müslüman” üreticilere, ‘bu tür şüpheli ürünlerden sakınmalısınız’ demesi beklenirdi.
Üç: Günümüzdeki küresel gıda politikalarının şeytanî hileleri ve mideler üzerinden ifsat ederek insanları yönetme planları, şizofrenik bir kaygı olarak görülemez. Çünkü bir kısım ‘seçkinlerin’ dışındaki tüm insanları, gıda üzerinden yönetme macerası, bir teori değil bir plan ve komplodur. Bu komplo hayata geçirilirken, dinî inançların zaruretleri de değersizleştirilmektedir. Bu yok sayma gerçeğini görmeyerek verilecek fetvalar, sorunları çözmekten uzak kalacak ve şüpheleri bertaraf etmeyecektir.
Nu'man İbn-i Beşir r.a. anlatıyor: "Resûlullah s.a.v. buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmezler. Her kim bu şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, şerefini de korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere yönelirse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa, cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir." Buhari, İman 39. Şüphelilerin hükmü, Hadis-i Şerif’deki gibi algılandığı zaman, günümüzde birçok sorunun kaynağına inme imkânı da doğabilir.
Hayrettin hocanın belirttiği gibi, geçtiğimiz yıl Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde düzenlenen programda, bu konular tartışılmış ancak hocamızın arzu ettiği görüş ittifakı da sağlanamamıştır. Söz edilen uzmanlar konusunda şunun altını da çizmek şarttır. Meselelerin sadece teknik boyutu olmayıp, siyasal, ekonomik ve de genomik arka planının olduğu ve bazı uzmanların da ayrıntılardan habersiz olduğunu belirtmek zorundayız. Yinelemekte yarar var ki, gıda ve gıdaların içeriği tehlikeli bir silahtır. Meselelerin içinden, sadece geçmiş kaynakların verileri çerçevesinde değerlendirmeler yaparak, çıkmamız imkânsız görünüyor.
“Laik devlette dini yaşamak” kitabının da yazarı olan hocamız diyor ki; “Hormonlu, korumalı, sun'i gübreli yiyecek ve içeceklerin sağlığa zarar vermesi konusuna gelince, bu herkesten önce sağlıkçıların söz söyleyeceği ve devletlerin tedbir alacağı bir alandır. Önce alanın uzmanları yiyeceğin, yasaklanacak kadar zararlı olduğu konusunda görüş birliğine varmalı, sonra da devlet onu yasaklamalıdır. Bunlar olmadıkça dedikodulara kulak asmamak gerekiyor.” Doğrusu bu cümlelere karşı şaşırıp kalmamak imkânsız… Laik devlet, ne zamandan beridir Müslümanların hassasiyetleri için kılını kıpırdatmıştır? Devletimizin gıda politikası olmadığını hocamızda gayet iyi biliyor olmalılar. Tekrar etmekte yarar var ki: Gıda bu ülkede hiç hiçbir zaman milli güvenlik meselesi olmamış…
Dünyada katkı maddelerinin önemli bir kısmı sağlık gerekçeleri ile yasaklanmıştır. Ancak Tarım Bakanlığı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü’nün 10 Mayıs 2010 tarih ve 102.02-05.4 sayılı cevabî yazısına göre, ‘ülkemizde hiçbir gerekçe ile yasaklanmış herhangi bir katkı maddesi bulunmamakta.’ Yani devletimizin bu tür ciddi işlere ayıracak vakti bulunamamakta. Onlar için Dünya Ticaret Örgütü’nün 20 bin sayfalık emir ve talimatları, toplum sağlığından çok önce gelmekte. Bu nedenle, dünyanın bu ürünlerin zararları konusunda ittifakı varken bile, Türkiye devleti ve uzmanlarının ittifakını ve hocamızın, ‘devlet yasaklamalı’ şeklindeki yasak önerisine yönelik bir adım beklemek, bizleri mezara düşmeye kurtarmaktan uzak gözüküyor.
Hocamın, en çok şaşırdığım ifadelerinden biri de “Sağlığa zararlı diye bir zaman soya ve mısırözü yağı yedirdiler, diğer yağları zararlı buldular, şimdi bu yağlar unutuldu, zeytin ve tereyağı tavsiye ediliyor. Yumurta böyle, kırmızı et böyle. Aman beyaz et (tavuk ve balık) yiyin dediler, şimdi de "tavuk yemeyin, bunlar hormonlu, erkekliğiniz elden gider’ diye konuşuyorlar” cümleleri olmuştur.
Bir: Bu konuda sondan başlayarak sözü Bolivya lideri Evo Morales’e bırakalım. Morales diyor ki: “Hormonlu tavuk yiyen erkekler, erkekliğin anomalilerini yaşamaya başlar. Çünkü yetiştiriciler tavuğa kadın hormonu enjekte ediyor!”
İki: Hocamızın, içeriğine ‘çözücü’ olarak bilinçli bir şekilde ‘etil alkol’ eklenen meyve suları ve gazlı içecekler için dile getirdiği görüşü, değişik zamanlarda çokça tartışıldığı için üzerinde durmayarak, “ABD gibi batılı ülkeler bize zehir içiriyor. Avrupa tipi beslenme de kel yapıyor” gerçeğini dile getiren Morales’in cümlelerini alıntılamakla yetinelim. Ama şunu da ekleyelim. Hazır içecekler mide, böbrek yetmezliği, şeker gibi hastalıkların en büyük müsebbiplerinden… ‘Bu ilavenin helal haramla ne ilişkisi var’ diyenlerdenseniz, güvendiğiniz bir âlimin yolunu tutmalısınız.
Üç: Soya ve Mısırözü yağının önerilmesi, bu GDO’lu ürünlerin yaygınlaştırılması için insanlığa kurulan bir komplo/tuzak idi. Bu tuzağın sahipleri, iddialarından vazgeçmiş de değiller. Sızma zeytinyağı gibi sağlıklı bir yağı, GDO’cular zaten öneriyor değiller. ‘Evet tavuk yemeyin’ diyoruz. Çünkü tümü GDO’lu... Tümü antibiyotik deposu… Besleniyoruz diyerek birçok hastalığa açık hâle getiriliyoruz.
Son olarak belirtelim ki, hocamızın “erbabına danışmak” cümlesi son derece önemli. Lakin “ihtiyaçları göz ardı etmemek de şarttır” ifadesinin, aceleyle sâdır olduğu düşüncesindeyim. Günümüz endüstriyel gıda türünün, ne kadar ihtiyaç olduğu ve ihtiyaçtan kastedilenin neler olduğu, herkese göre değişen bir tanımlama olmalı.
Bu vesileyle tekrar edelim ki: Dinî ve ırkî kimliği, dünya görüşü ve işletme ölçeği ne olursa olsun, ürünleri hakkında ‘taze, doğal, organik, orijinal ve helâl’ gibi iddialarının tüketiciler açısından hiçbir değeri olmamalı. Tüm bu iddialar, doğruluğu ispatlanmayı bekleyen pazarlama argümanlarından ibarettir.
Dinî inanç, felsefik düşünce, sağlık vb gerekçeler, yerel veya ulusal hukukî alanları çerçevesinde herkesin bir ürünün nereden geldiğini, kim tarafından ve hangi koşullarda üretildiğini, üreticisinin hangi ekolojik/ekonomik düşünceye sahip olduğunu, ne zaman üretildiğini, içeriğin menşesini tam ve eksiksiz olarak bilme hakkı vardır. Bu hakkın tesisi için, etiketlerin tam ve eksiksiz olması gerekiyor. Ama Türkiye’nin, etiketin tam ve eksiksiz yazılmasını engelleyen çok sayıda mevzuatı ve mazereti var. Yani satın aldığınız ürünlerin etiketindeki bilgiler çoğu kez tam ve doğru değil.
Netice itibariyle, gıda gibi bir mesele konusunda kat etmemiz gereken çok mesafe var. Ne dersiniz, duaların ulaşması gereken yere ulaşması için arınmaya, damarlardan ve dolayısıyla mideden başlamak gerekmez mi? Bunun içinde, seçkin ilahiyatçılardan yeni bilinmezler değil çözümler bekliyoruz.
Tarımımızın ve hayvancılığımızın bu hükümet eliyle yok edilmesi neyi gösteriyor, hükümetlerin bu küresel güçler tarafından atandığını göstermiyor mu ?
Yani demokrasi memokrasi hepside laf salatası
Geçerli olan tek kural var BÖL PARÇALA YÖNET
Hep bu sayede yüzde 25-30 larda ki, oy oranlı hükümetler halkı yönetiyor ve buna demokrasi deniyor
Haziran 19th, 2010 at 08:19Çağın en büyük yalanıdır bu
Sayın Özaltın Hataları hükümetlerin küresel güçler tarafından atandığını söylemek topluma hakarettir. Beyenin yada beğenmeyin hükümetleri toplum seçer. İcraatlarının beğendiğimiz ve beğenmediğimiz yönleri olan Ak Parti'ye de bu toplumun yüzde 48'i oy vererek iktidar ypamıştır. Yarın sizin mensubu olduğunuz veya beğendiğiniz partiyi de aynı oyla iktidar ederse yine de böyle olmuştur. İktidarlar küresel güçlerin istekleri doğrultusunda özellikli Mehdi Eker gibi hareket eder mi her patide bunlar mümkündür.
Haziran 19th, 2010 at 13:44Sayın Özer
Haziran 20th, 2010 at 02:28Yazınızda <> cümlenizde üreticilere kelimenizi tüketicilere olarak düzeltebilirmiyim?
Çapar Kanat