Yerden Göğe..
"Yerde yer boncuk, gökte gök boncuk.." tekerlemesi nerden gelir bilmem. Ya da "yerden göğe kadar haklı olmak" ne kazandırır insana? Yerin darsa; gök istediği kadar geniş olsun, insanın içini ferahlatmaya yetmez. Yerin istediğin kadar geniş olsun; gecede gündüzde bir avuç masmavi gökyüzü, bir tutam yıldız göremiyorsan vay haline!. Bütün yeryüzü ayaklarının türâbı olsa ve gökyüzü olanca haşmetiyle üzerine kol-kanat gerse; yüreğin daralmışsa eğer bütün bu genişlikler insanı daha da sıkmaktan başka neye yarar!.
Aslında bu haftaki yazımda susma hakkımı kullanmayı istiyordum. Bir taraftan 'iman halıma komadı(!)', diğer taraftan dostlar.. Halbuki İstanbul'da dün başlayan ve zaman zaman sağanak yağışa dönen yağmur, zihnimi sükût ikliminde kanat çırpmaya davet etmişti, olmadı. Madem sükûta seyahati askıya aldık; o halde sizler de eşlik ederseniz yerle gök arasında birkaç adımlık da olsa şöyle bir ayaklayıp gelelim.
Herşey, yağmurun peşrev bölümü dinince, hemen ardından etrafa yayılan toprak kokusu ile başladı. Bu koku meselesi zaten esrarlı bir şey; ses gibi, zaman gibi.. Yağmurdan sonraki toprak kokusu da daha bir efsunlu. O kadar efsunlu ki; bana öyle gelir ki gök yerin kokusunu özlediğinde yağmurla haber gönderir toprağa. Her bir yağmur damlası ile yazar mektubun harflerini, sözlerini. Toprak, bu hasret mektubunu, eline değer değmez bir çırpıda su gibi okur. Mektubun son cümlesi olan "hasretle gözlerinden öperim" sözünü okuyunca gönlü depreşir, dudakları titrer, gözleri buğulanır. İçinden geçen ve kimseciklerin duymadığı âhı, gözlerinin buğusuna karışıp bir tutam toprak kokusu ile mektuba cevap olarak göklere yükselir.
Yağmurdan sonra açan göğün yüzündeki her zamankinden farklı ışıltı, gülüş ve neş'e hali neden sanırsınız?.
Ahmed Paşa, bir beytinde gökle yer arasındaki bu "muâşaka"yı nefis bir ifadeyle şöyle söze getirmiştir;
Âşık u ma’şûka benzer âsmân ile zemîn
Kim biri ağlayınca birisi handân olur
Öyle ya; gök ağlayıp gözyaşlarını toprağa akıtmalı ki; yerin yüzü gülsün, yüzünde güller açsın..
Bir başka yer-gök arası seyahat örneği; "Geh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi / Geh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni" diyen Nesîmî, sonunda "Nesîmî'ye sordular yârin ile hoş musun / Hoş olayım olmayayım o yâr benim kime ne" deyip konuyu kesin bir şekilde kapatıyor.
Sonra cemreler geliyor aklıma. Havaya, suya, toprağa düşen bu cemreler; göğün yâr kokulu, kar kokulu, kor kokulu bûseleri midir diyorum; biri toprağın alnına, biri kanına, biri bağrına kondurulmuş.. Hani kanına (suya), bağrına düşeni anladık da alnına konan bûse ifadesi biraz zorlama olmaz mı diye düşünülürse, derim ki; hangimizin bahtına göklerden kar kokulu, yâr kokulu bûse düşer de başımız göğe ermez ki!.
Hani Yûsuf'un (a.s) kokusunu alan Ya'kub'u (a.s) fikretsek.. Âhh bu kokular!.
Söz buraya gelmişken, bebek kokusunu zikretmeden olmaz. İnsan her güzel kokuyu sever, Yûsuf'un (a.s) kıssasında olduğu gibi ille de sevdiklerinin kokusu bir başkadır. Lakin bebek kokusu bambaşkadır; hem de başta anneler olmak üzere hemen her insan için böyledir; zira, bize ezelî köyümüzün kokusunu getirir. Dünyamıza gözlerini açan her bebek 'o köy'den gelen muştulu bir haberdir, hasret gidereceğimiz birer 'tanış'dır/elçidir; tâa ki o da büyüyüp kendi hasretini kendi ruhunda hissetmeye başlayana kadar..
Hüsn-i hat levhalarına da konu olmuş bir başka söz incisi;
"Ol Rasûl-i müctebâ hem rahmeten li'l-âlemin
Bende medfûndur deyû eflâke fahreyler zemîn..."
Toprak, alemlere rahmet olarak gönderilen O Zât-ı Pâk'in kendisinde defnedilmiş olmasını iftihar sebebi sayar, bu yüzden göğe, feleklere karşı adeta koltukları kabarır.
Şimdi gezintiye burada nokta koyup yeniden düşünelim; toprak, dükkanı açtığında ve kapattığında, ilk ve son sermayesi yine bir avuç toprak olan insana neden güzel kokar? Göğün toprak kokusuna hasreti yoksa O'ndan mıdır?!..