Yenilgi, Yaşam ve Ye(n)mek!
Adalet eksenli olmayan barış(lar), çirkin savaşlara gebedir... Hep kaybettiğimizde; “Ne anlamı var ki yaşamın veya yaşamanın” demekteyiz, değil mi? Oysaki işin ezber bozan cümlesi; “İnsanlar hep kazandıklarında, yaşam anlamsızlaşır.”
İnsanlar ne zaman yaşamın farkına varırlar? Veya insanlar ne zaman kendilerini ve hayatı sorgulama, yargılama erdemine ulaşırlar? Hangi birimiz bunları sorguladık?
Aslında, yaşamı tam da anlamlandıran an, o andır: Kaybettiğimiz an! Acziyetimizi hissettiğimiz an!
Evet, insanlar, kazandıkları zaman bu soruyu sorma gereği bile duymazlar. Hatırlamazlar belki de. Fakat yenildiklerinde, kaybettiklerinde!
Bir futbol maçını düşünün! Maç bittikten sonraki açıklamaları hatırlayın. Hele bir de bu maç final maçı ise. İllaki bir tarafın yenilmesi gerekir, ötekinin kazanması için.
Yenen tarafın açıklamaları ve yenilenin açıklamaları. Hangisinde sorgulama vardır bilir misiniz? İşte tam da burada “Başıboş yaratıldığınızı mı sanırsınız 75/36?” sözü ne kadar da anlam kazanır…
Kazananın psikolojisi ile kaybedenin psikolojisi!
Hiç düşündünüz mü, birilerinin isyan olarak nitelendirdiği başkaldırı/serhildan veya devrimler ne zaman başlar? Tarihe bakın… Hatta bunun için o kadar uzaklara da gitmenize gerek kalmayacaktır inanın.
“Hastalık gelmeden sıhhati değerlendirin” kültüründen gelmemize rağmen, neden hep hastalıkta sıhhatin değerini anlıyoruz? Neden hep kaybettikten sonra kaybettiklerimizin değerini anlarız? Bazı şeyler elimizdeyken neden değerini bilmez, hak ettiği kıymeti vermeyiz? Sanki yokmuş gibi davranırız. Peki, ama elimizden çıktığı zaman, neden onlar için üzülürüz?
Akıllı insanlar, çıkacakları uzun bir yolculuğun hazırlığında; her istediğini değil, sadece ihtiyaç duyacakları şeyleri yanlarına alırlar. Kimileri de yorulduğunda akla danışırlar… Bizler de yorulduğunda, sırtımızdaki kamburda taşıdıklarını ayıklamaya başlayanlardan mıyız? Bizler düşünüyor muyuz? Yoksa sadece düşünen canlılar kategorisinde miyiz?
Yani beynimiz, bacaklarımıza yenik düştüğünde mi, ancak düşünmeye ve sorgulamaya başlarız sırtımızda taşıdığımız kamburu.
Savaşı düşünün! Ama lütfen dinlenmiş ve sakin bir halde olsun bu düşünmeniz! Barış kimin aklına gelir, savaş yanı başımızda duruyorken. Ve savaşlarda kahramanlık unvanı almak varken. Ama unutmayın, herhangi bir savaşta öldürülüyor olması değil, niçin savaştığıdır kişiyi kahraman yapan!
Harekete geçmemiz için illaki yakınlarımız mı tehlikede olmalı, yalnızca yakınlarımız veya tanıdıklarımız tehlikede olduğunda mı barışa sarılmalı? Yoksa ‘Milli’ menfaatlerimiz tehlikeye girince mi, barış denilmeli? Şimdi size samimiyetle bir teklif sunuyorum; sadece yakınlarımız için değil, belki de hiç tanımadığımız/tanıyamayacağımız birileri rahat yaşasın diye; gelin bizler hep birlikte barış için “Savaşalım”, mücadele edelim.
Unutmayın, değeri geç anlaşılanlar, unutulmaz acı ve üzüntüleri beraberinde getirir. Hani bazen yanımızdakilerin değerini bilmeyiz fakat ölünce geride bıraktıkları bir mendile dahi yıllarca sarılır, öper ve ağlarız.
Ne olur geç olmadan barışın değerini bilelim. Zaten savaşlardan önce barış değil miydi halimiz? Ya savaşlardan sonraki hayalimiz? O da barış değil midir?
Hep savaşmaktan yorgun düştüğümüzde mi, savaşacak kimsemiz kalmadığında mı barışı düşünmeye başlayacağız? Yani yenildikten veya ye(n)dikten sonra mı? Peki, bu yenilgi, bu yaşananların tümüne değer mi? Yenilgilerinden ibret almışsan o yenilgi sayılmaz...
Ölülerin pişmanlık duyduğu şeylerdir yaşayanların hedefledikleri. Yenilgi üzerine kurulan medeniyet ve amacı ye(n)mek olan bir yaşam! Neden hep ye(n)me psikolojisi üzerine kurgulamışız hayatımızı? Öyle bir medeniyet düşünün ki yenilen olmadıkça kazanan olmaz.
Bu nasıl bir medeniyettir?
John Fire Lame Deer, ne kadar da güzel özetlemiş: “Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu. Bu yüzden aramızdan hiç serseri de çıkmazdı. Hapishane yoksa serseri de yoktur. Kapılarımızın kilidi olmazdı, bu yüzden hırsızlar da bulunmazdı. Eğer aramızdan biri; at, çadır ya da battaniye edinmeyecek kadar yoksul idiyse, bu durumda bütün bu ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi. Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık. Para nedir bilmiyorduk, bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi. Yazılı hiçbir yasamız, dolayısıyla avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu. Bu yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık. Demek ki beyaz Adam gelmeden önce çok berbat bir durumdaymışız. Bilmem ki, beyaz adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği bu temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başara bildik.”
Evet, birkaç cümle ile gerçek, ideal toplum hayatının kuralları bu kadar güzel ifade edilir mi?
Ve bizler. Bizler de bu medeniyeti bir safha daha ileriye taşıdık ve artık kötü şeylere sebep olduğumuzda; “Takdiri İlahi” deyip işin içinden sıyrılabilen, fakat bir kazanıma sebep olunca da kendimizi yere göğe sığmayacak kadar öve bilen bir toplum olduk. İşte bu da bizim “Medeniyetimiz.” Ne olur artık adalet eksenli barış üzerine bir medeniyet kuralım…