Yazık Oluyor Onca Emeklerimize…
Biz millet olarak okumaya değil ama okutmaya çok meraklıyız…
Varımızı, yoğumuzu seferber eder, evlatlarımızı okutmaya çalışırız. Mülkümüz olmasa da olur. Yeter ki okusunlar geleceklerini teminat altına alsınlar… Ehh biraz da cahil kalmasınlar kabilinden.
Geçmişte el kadar sabileri yeter ki okusunlar diye gurbetlere salıp “oku yoksa baban gibi sürünürsün” denmedi mi?
Bunu zamane gençlerinin bilmeleri ve algılamaları mümkün değil… Benim gibi zamanın kasabalısı yaşı kemale ermişlerin her zaman tek gözlü odalarda çile çeken köylü talebe arkadaşları olmuştur.
Yaşı 13-15’e zar zor gelmiş garibanlar hem okuyacaklar, hem yemek pişirtecekler ve hem de leğende çamaşırlarını yıkayacaklar… Tahayyül etmesi bile zor. Ana, baba köyde… Ha gideyim dese haftada bir ancak…
Şimdi ki uşakların sabah yataklarından tatlım, cicimlerle uyandırıldığına şahit olduğumuzda çekilen ve çektirilen eziyetin değerini daha iyi anlıyoruz.
Okumak ve okutmak için çektirilen bunca eziyetin ve fedakârlığın sebeb-i harbiyesi… “Okusun da benim gibi sürünmesin.” Ya da “okusun, itibar sahibi olsun…” Nedeninden başka bir şey değildir.
Yani “evladım okusun da ilim, irfan sahibi olsun” gibi ulvi düşünceler pek kapımızdan geçmez. Bu kanıya nereden mi varıyorum?
Birincisi aç adamın ilim, irfan sahibi olmak gibi bir önceliği olamaz. Bunu bilimsel olarak size ispatlayabilecek durumda değilim. Böyle bir ilmi çalışmam ve elimde verilerim yok. Ama altıncı hissim haklısın diyor. O kadar.
Lakin ikinci ve hatta üçüncü gerekçelerimi bilimsel verilere dayandırabilirim…
İkincisi şu ki,
Talebe “mektebi kurtardıktan” sonra “ kitabı elime almak mı? Lanet olsun…” Der.
Latife bir yana ülkemiz dünyada en az kitap okuyanlar sınıfında. Dünya sürekli okuma oranında Birleşmiş Milletler verilerine göre ülkemizde bu oran binde birdir. Yani bin kişide bir kişi sürekli kitap okuyor. Karşılaştırabilmeniz için Japonya yüzde 14 ABD yüzde12dir. Yani binde yüz kırk ve binde yüz yirmi… Aradaki fark deryalar kadar.
Bu arada… Hınzırlık bu ya,
Bu binde birliklerin arasında “müstakbel başkan hazretlerimizin” olup olmadığını çok merak ediyorum doğrusu. Belki de vaktiyle“lanet olsun…” diyen talebelerdendi… Kim bilir?
Neyse,
Bir üçüncüsü ise… Nefsin aklın önünde dörtnala gitmesidir. Yani akılla sabit bir şeyin nefsin girdabında ters yüz edilmesidir.
Biraz açalım,
Adam tv programına çıkar… Sunucu adamı takdim ederken profesörlüğünden başlar bütün şeceresini sayar.
Adam kasım-kasım kasılır… Boru değil… Bunca payeye memlekette kaç kişi sahip olmuş. Belli ki adam akıl küpü…
Sunucu sorar…
Soru akılla, bilgiyle cevaplandırılacak bir şeydir… Beklersiniz ki (görüşü her ne olursa olsun)onca payeye yakışır bir cevap verecek.
Ama adam öyle yapmaz… Sizi zıvanadan çıkarır…”Hay ben seni okutan hocanın…” Adam nefsinin boyunduruğundan bir türlü kurtulamıyor ki…
Diyeceksiniz ki “arada bir çıkar… Görmeyiver.” Siz bu akşam şöyle tv. Kanallarını dolaşın bir bakalım... Arada bir mi çıkıyor görürsünüz…” Hele de şimdi tam seçim arifesinde… Örnek gani.
Bir de “yanaşmalığın” mükâfatını görüp olmadık bir ilden aday olan prof.ler var.
Her lafın başında “ ilimizi uçurmaya geldim…” Lideri memleketi uçuruyor ya… O da ilimizi uçuracak… Başka yolu yok. Mürit elbette şeyhinin izinden gidecek...
Muhterem prof. Mürit senin ilimizin geçinme endeksinden hiç haberin var mı? Kırk yıl uğraşsan beceremezsin de… Uçurmayı boş ver de şu hamut-u gırtlaklara dur deyiniz yeter… Diyeceğiz de kibarlığımızdan yutkunuyoruz. Ne de olsa misafir ve seçim müridin bayramı… Deymiyelim keyiflerine… Deyip yutmuş görünüyoruz.
Fabrika yok, tarım perişan… İnşaat yandaşların elinde biri beşe katlıyor… Millet çaresizlikten ya ekmek içi ya da telefon kılıfı dükkânı açıyor. Ama üç ay sonra da “ben gidiyorum dükkân size emanet…” Deyip tüyüyor.
Kısaca,
Laf ebeliğini bırak da bu işi nasıl kıvıracaksın onu anlat…
İnşallah, maşallah deme vallahi küserim… Prof.’luğuna yakışır bir cevap ver.