Yanyana Yana Yana
O dönem sonu okuldan eve gelirken, elimde pek iyilerle dolu karneme bakıp, babamdan ne isteyeceğimi planlıyordum. Bisiklet isteyebilirdim. Çünkü artık büyümüştüm.Yaz boyu fiyakalı bisikletimle dolaşıp arkadaşlarıma caka satmak ve sapsarı güneşin altında püfür püfür pedal çevirmek güzel olabilirdi. Ya da son çıkan bilgisayar oyunlarından birini seçebilirdim. Evdekiler epey eskimişti. Oynaya oynaya ezberlemiştim. Belki biraz şansımı zorlayarak daha büyük bir şey de isteyebilir ve beni Muğla´daki amcamlara göndermesini söyleyebilirdim. Denize girer, yeni arkadaşlar bulur ve amcamın balıkçılık maceralarını ağzım bir karış açık dinlerdim.
Eve yaklaşmışken, yol kenarındaki büyük bir ağacın gölgesine sığınarak oynaşan iki serçe gördüm. Kaldırımın üzerinde seke seke bir havalanıp bir kalkıyorlardı. Hep merak ederdim; neden diğer bütün kuşlar yürüyebilirlerdi de, serçeler sekerdi... En azından güvercinlerin kafalarını bir ileri bir geri yapa yapa yürüdüklerini biliyordum. Belgesellerden izlediğim leylekler, kartallar ve atmacalar da yürüyebiliyorlardı. Ancak serçeler, tıpkı sek sek oynar gibi hoplaya zıplaya yürüyorlardı. Yanlarından geçerken, ikisi birden havalanıp çatılara doğru uçtular.
Eve girdiğimde, aklımda müthiş bir hediye planıyla önce anneme sarıldım. Karnemi gururla uzattım. Baştan aşağı pekiyi dolu karnelerime oldum olası alışık annem, yine de pırıl pırıl gözleri ile karşıma eğilip yanaklarımdan öptü. Sonra içeri geçtim. Koltuğunda oturmuş ve gazetelere dalmış babam, beni görünce doğruldu. Koşarak kucağına zıpladım. O bana şefkatle sarılırken, annem karnemi babama uzattı. Babam karneme şöyle bir baktı.´Aferin oğluma´ dedi. ´Söyle bakalım,ne istiyorsun?´
Cumartesi sabahı öğlene doğruydu. Babamla evden çıktık. Bir otobüse bindik ve ben camdan gördüğüm her şeyi sorup babamı bunaltırken, şehir merkezine kadar gittik. Otobüsten iner inmez babam bir sigara yaktı. Bana da gördüğü ilk büfeden su aldı. Sonra biraz yürüyerek büyükçe bir hana girdik. Yaptığımız alışveriş çok sürmedi. Çünkü ben babama ne aldıracağımı, babamsa bana ne alacağını iyi biliyordu. Handan çıktığımızda o kadar mutluydum ki; neredeyse caddede gördüğüm herkesi durdurup, babamın elindeki hediyemi gösteresim geliyordu. Babamın bir elinde ben, diğer elinde ise koca bir kafes ve içinde bir çift muhabbet kuşu vardı. Babam kendi bütçesine göre epey zorlu bir alışveriş yapmış, kuşçuda ki en güzel kafesi ve en güzel muhabbet çiftini almıştı. Üstelik nedenini ne kuşçuya, ne de babama anlatamamış olsam da, beni kırmamış ve kafesin içindeki her şeyden ikişer tane almıştı. İki ayrı yemlik, iki ayrı suluk, iki ayrı tünek, iki ayrı ayna, iki ayrı gaga kemiği.
Eve sevinçle girdik. Annem, babamla bir olup O´na haber vermeden yaptığımız bu sürprize çok sevinmese de, pek sesini çıkarmadı. Çünkü bu benim karne hediyemdi. Babam salonun köşesindeki duvara bir çengel astı. Annem de hemen altına gazete kağıtları serdi. Ve kafesi oraya astık.
Günler boyu onları izledim. Neredeyse bütün bir yaz, çoğu kez dışarı çağıran arkadaşlarıma bile kulak asmayarak, sadece onları izledim. Eve gelen misafirlerden, komşulardan, annemin arkadaşlarından ve babamın tavla akşamları arasından kaçıp kaçıp salona gidiyor ve onları seyrediyordum. Bu, benden başka herkes için o kadar sıkıcı bir durum almıştı ki; babam neredeyse kafesi balkondan aşağı atacak hale gelmişti. Fakat elimde değildi. Evet; saatlerce gözümü kırpmadan izliyordum onları. Çünkü bana göre çok inanılmaz bir şey yapıyorlardı. Onlar içeride kavga etmesin, içeride birbirlerini didiklemesinler diye, ikisi için ayrı ayrı yemlikler, ayrı ayrı suluklar, ayrı tünekler ve hatta ayrı ayrı aynalar aldırmıştım. Fakat onlar inatla hep aynı yemlikten yemleniyor,aynı suluktan su içiyor, aynı tünekte tünüyor ve aynı aynayla oynuyorlardı. Sabahın çok erken saati yatağımdan kalkıp baktığım da oldu, gecenin bir körü uyanıp baktığım da. Ancak bir kez bile ikisini ayrı ayrı yem yerken, ayrı ayrı su içerken ya da ayrı tüneklerde uyuklarken görmedim. Onlara bakan herkes rengarenk tüylerine, minik gagalarına, pençelerine bakıyor, bir kaç laf edip gidiyorlardı. Babam kafesin içine elini uzatıp sevebiliyordu bile. Bana kanatlarını, tüylerini gösteriyor ,hangisinin erkek hangisinin dişi olduğunu anlatıyordu. Umurumda bile değildi bunlar, bilmiyorlardı...
Kaç sabah kahvaltıda sordum onlara; neden demiştim, her şeyleri ayrı ayrı ama hep aynı şeyleri kullanıyorlar anne? Mahalledeki ağabeylere anlatmıştım, gülmüşlerdi. Acaba dayım bilir miydi? Gece uyurken, kaç defa rüyamda bile görüp yatağımdan fırlayarak kafese koştuğum ve ikisini yan yana aynı tünekte uyurken görerek tekrar yatağıma döndüğüm olmuştu. Neden kimse ama hiç kimse bana bunun cevabını veremiyordu? Galiba kimsenin umurunda bile değildi.
Bir sabah yine erkenden uyanmıştım. Tatilin son günleriydi. Okul alışverişimiz yapılmış ve yeni bir önlük almıştık. Aslında bir de yeni bir çanta alsak iyi olurdu ama herhalde babamın parası yetmemişti. Mahmur gözlerle mutfağa gidip bir bardak su içtim. Sonra salona geçtim. Kafese yaklaştım. Kuşlarım bu saatlerde cıvıl cıvıl oynarlardı. Pencereden kafeslerine vuran güneşte ötüşüp dururlar, evdeki herkes uyanana kadar devam ederlerdi. Fakat o sabah öyle değillerdi. İkisi de yine aynı tünekte, yanyana duruyorlardı. Kafese iyice yaklaşıp baktım; bir tuhaflık vardı. Derken; biri sağa sola yalpaladı, kanatlarını açıp kapattı ve pat diye kafesin tabanına düştü,kaldı! İnanamadım. Düştüğü yerde öylece kalakalmıştı. Avazım çıktığı kadar bir çığlık attım. Hem şaşırmış hem de korkmuştum. İçeriden, annem üstünde geceliği ile apar topar salona geldi. Kafese yaklaşıp içine baktı:´Aaa,ölmüş´ dedi... Ölmüş mü? Çığlığım bu kez yüksek sesle avaz avaz ağlamaya döndü. Babam geldi. Annem elleri ile başımı göğsüme yaslamışken, babam elini kafesin içine soktu ve minik muhabbet kuşunu avucuna aldı. İyice baktı ve ´Ölmüş´ dedi. Hemen kalkıp babamın eline sarıldım. Avucuna sarılıp açmaya çalıştım. Önce diretti ama sonra koltuğa oturdu ve beni de kucağına alıp avucunu açtı. Rengarenk tüyleri ile minik muhabbet kuşunun ölü bedeni, babamın avcundaydı. Gözleri sımsıkı kapanmış ve gagası sanki bir şey söylemek ister gibi minicik aralanmıştı. Parmağımla tüylerine dokundum; buz gibiydi. O an ölümün ne olduğu, ilk kez o kadar yakından anlamıştım.
Babam gözlerimin yaşlarını silerken, bir şeyler anlatıyordu. Hastalanmış herhalde diyordu. O an aklıma diğer kuşum geldi. Kalkıp tekrar kafese yaklaştım .O kadar mutsuz duruyordu ki... Ve tam o an, o da tıpkı eşi gibi sağa sola yalpaladı, kanatları açıp kapatır gibi yaptı ve sonra pat diye düştü. Düştüğü yerde bir iki kez titredi. Bütün tüyleri dik dik oldu ve sonra yavaşça söndü. Tam eşinin düştüğü yerde, o da ölüverdi.
Seneler sonra düşündüğümde, gözlerimin önünde gerçekleşen o iki ölümden, belki ölümün nasıl bir şey olduğunu, ilk kez o zaman anlamıştım. O yaşlarda anlaşılması çok zor bir şeydi ölüm. Bir çocuk aklı ile ölüm; hastalanmak ve apansız düşüp gitmekti.
Ama benim esas anladığım, haftalardır çözemediğim ve kimsenin yanıtlayamadığı sorumun cevabını, o sabah almış olmamdı. Kafesleri ile evimize, salonumuza misafir oldukları ilk günden beri hep aynı yemliği kullanan, aynı suluktan su içen, aynı tünekte oynaşan ve uyuyup uyanan minik muhabbet kuşları, ölüme de birlikte gitmişlerdi. Küçücük bir kafesten ibaret dünyalarında, ayrı ayrı hazırlanmış onca şeyi pençelerinin tersi ile itip, yerken de, içerken de, eğlenirken ve uyurken de, hep ama hep beraberlerdi, hep yan yana...
O sabah annem kafesi temizleyip kömürlüğe kaldırırken, babam ve ben apartmanımızın arka bahçesindeydik. Tıpkı onları aldığımız ilk gün olduğu gibi ben nedenini anlatamasam da, babam beni yine kırmamıştı. İkisini aynı çukura yan yana gömüp üzerlerini kapatırken, avuçlarımda toprak ve kalbimde artık hiç unutamayacağım bir cevap vardı.