Yalnızca 8 Mart’ta mı?
Eşya ve hadiselerin tanımını, beşerî ve semavi dinlerde olduğu gibi ideolojik ve felsefi doktrinler de kendi hususi anlayışları çerçevesinde izah ederler.
Yani; her din ve fikir adamı, eşya ve hadiseleri kendi “şuur seviyelerine göre” farklı farklı değerlendirir. İnsanı, kadını, erkeği ve meselelerini ele alış ve değerlendirmelerde de formül değişmemektedir...
İnsanlık, anaçlık ve doğurganlıkla mucehhez olan varlık sayesinde bu günlere ulaşmıştır…
Fakat gelin görün ki insanlığın idamesinin vesilesi olan kadının, insan olup olmadığı tartışılır bir hale geldi…
Spartalılarda kadınlar savaş dahil olmak üzere her türlü sosyal faaliyetin içinde yer alır, kız çocukları aynen erkek çocukları gibi eğitilirdi. Dolayısıyla bazı hodbin erkeklerde görülen sınırsız hayat tarzı Spartalı kadın için de mübahtı…
Hintli bir koca ise, karısı ve ailesini köle yerine koyardı. Hindistan’da dul kadınların yeniden evlenmeleri diye bir şey asla sözkonusu değildi…
Kazak kadınları evlenene kadar olabildiğine hür yaşar, evlendikten sonra da âdeta kocasının kölesi olur (du)…
Tibet geleneklerine göre ise kadınlar birden fazla kocayla evlenebilirlerdi…
Japonların “Geyşa”larından dem vurmaya gerek yok…
Roma kadınlarının Yunan’dan, Mısır kadınlarının da Hint’ten pek farkı yoktu…
İran’da Melik Kubat devrinde Mazdek; “Karılarınız da sizin mallarınızdır. Onların da mallarınız gibi herkese mübah olması, kim hangi kadını dilerse kimsenin engel olmaması, bir diğerine helâl sayılması gerekir.” diyerek kadınları bir metâ hâline getirdi.
Hristiyan Papazlarının; “kadının ruhu var mı, yok mu?” tartışmaları da meşhur…
Marx’a göre aile ortadan kaldırılmalıydı çünkü; “… aile de üretimin özel şekillerinden başka bir şey değil” idi.
Demokrasinin beşiği addedilen İngiltere, ancak 1922 yılında kadınlara siyasî hak (oy kullanma) tanıyordu…
Feminizm: Fransız İhtilâlinden sonra Avrupalı kadınlar, 1791’de Olympe Gouges’in “Kadın Hakları Beyannamesi” ile siyasî ve sosyal bütün faaliyetlerde kendilerine de erkekler gibi eşit hakların tanınmasını istiyorlardı. Avrupa’da; “Altın çağın anahtarı kadının elindedir” diyen Saint-Simoncuların ideolojik olarak “feminizm”e öncülük ettiğini söyleyebiliriz.
Sanayi devriminden sonra Avrupa’da kadınlar evlerden yahut tarlalardan, ofislere yahut fabrikalara hücum etmiştir.
Marx’ın yaşadığı devirde İngiltere’de bir kadın 14 saat çalışıyor ancak, bu çalışmanın karşılığı olarak karnını zor doyuruyordu. O tarihlerde bütün Avrupa İngiltere gibiydi. Kadınlar ve çocuklar âdeta patronların kölesiydiler.
Batılı Sade için kadın nasıl “bir çiftleşme, bir zevk makinası” idiyse, Freud için de “cinsî içgüdü, yaratıcı faaliyetin en büyük kaynağı” idi.
Yani Avrupa, kadına değer vermezken de verirken de kadını “önce insan” olarak görmüyordu.
Gerek iktisadî sömürgecilik gerekse ahlâkî dejenerasyon neticesinde Feminizm, bütün Avrupa’da bir kasırga gibi esti.
Felsefî doktrin olarak Avrupa’da Feminizmin karşısına aykırı bir uslûb ve acımasız bir eleştiriyle ilk dikilen, Nihilist-Filozof Nietszche; “Kadın hâla yeterli değildir dostluğa: kediler ve kuşlardır kadınlar daha hâla. Yahut, olsa olsa inekler” diyerek kadınları aşağılıyor ve; “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!” diye hemcinslerine tavsiyede bulunuyordu.
Nietszche’ye göre Feminizm; “Erkek gibi olmaya can atan bir kadının operasyonundan” başka bir şey değildi….
Freud ise kadını (ve erkeği) “bastırılmış cinsî duyguların” merkezine yerleştirdi…
Kureyş elçileri Habeşistana hicret eden müslümanları almaya gidince; Necâşi Müslümanlarla Kureyş elçilerini huzurunda karşılaştırdı.
Kureyş'in sözcüsü Amr:
-"Bunlar atalarımızın dininden çıktılar, ilâhlarımıza hakaret ettiler, gençlerin inançlarını bozdular, aramıza ayrılık soktular."
Bu iddialara karşı muhacirlerin sözcüsü Câfer:
-"Ey hükümdar, biz câhil bir kavimdik. Taştan, ağaçtan yaptığımız putlara tapıyorduk. Kız çocuklarımızı diri diri taprağa gömüyor, ölmüş hayvanların leşlerini yiyorduk. İçki, kumar, fuhuş ve hertürlü ahlâksızlığı yapıyorduk. Hak hukuk tanımıyorduk. Kuvvetliler zayıfları eziyor, zenginler fakirlerin sırtından geçiniyordu.
Cenâb-ı Hakk bizim hidâyetimizi diledi. İçimizden soyu-sopu, asâleti, ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü hakkında kimsenin kötü söz edemeyeceği bir Peygamber gönderdi. O bizi puta tapma zilletinden kurtardı. Tek, Allah'ı tanıttı. Yalnız O'na kulluğa çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğru söylemeyi, emâneti gözetmeyi, akrabalık haklarına riâyeti, komşularla hoş geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi alıkoydu.
Ve şikayetlere devam eden Amr;
-Müslümanların “Mekke’yi böldüğünü, kardeşi kardeşe düşman ettiklerini, tanrılarını hiçe saydıklarını” ifade ettikten sonra; “Müslümanlar kadınlara da haklar tanıdı. Hâlbuki bizim için ‘kadın’ bir metâdır, onları yataklarımıza alır, dilersek toprağa gömer, dilersek satarız” cinsinden çok aşağılayıcı ifadelerde bulunur. Buna karşılık muhacirlerin temsilcisi olan Cafer'in; “Ey Amr! Seni doğuran ‘anne’ne saygın bu kadar mı?” demesi özerine Amr konuşamaz.
Fakat malesef asrımız “dindarları”, Amr’dan pek de geri değildirler…
Oysaki biz, "Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunursa, o kişi için cennet vardır." [1] "Kimin üç kızı ve üç kız kardeşi veyahut da iki kızı veya iki kız kardeşi olup da geçimlerini güzel sağlar, onlar hakkında Allah'tan korkarsa, o kişi için cennet vardır." [2] "Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü o kimseyle ben şöyle yanyana bulunacağız." [3]
“Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olurlar." [4] “Sizin en hayırlınız, hanımına en iyi davrananızdır”[5] “İçinizde hanımlarına karşı en hayırlı olanınız, en güzel davrananız da benim”[6] diyen bir peygamberin ümmetiyiz!
Kadınların diri diri kızgın kumlara gömüldüğü bir dönemde, 1430 yıl öncesinden yapılan bir çağrı vardı ki şöyledir:
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
Evet, her nekadar günümüz müslümanlarının pratiğinde buna rastlamasak hatta tam tersi bir felsefeyle karşılaşsak da İslam, kadına yaşam hakkı vermiş.
Kadınlar “mal” olarak algılanıyor iken, miras paylaşımında mal gibi taksim ediliyorken İslam, mirastan kadına pay vermiştir.
Kimilerine göre soy erkek ile devam ediyordu. Kız çocuğunun olması dahi soyunun idamesi için yetersizdi. Ve bu yüzden kızları olmasına rağmen peygamberimiz'e (s.a.v) dahi “zürriyetsiz” anlamına gelen “ebter” yakıştırmasını yaptılar.
Ve bunun öyle olmadığını bizzat Allah ret ederek Kevser suresinde şöyle buyurdu: "Biz sana kevseri verdik, o halde sen de Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Asıl zürriyetsiz olan, sana buğzedenin kendisidir." [7] Ve peygamber de “Benim soyum Fatıma ile devam edecektir. Ben onların babasıyım” demiştir.
Oysa bugün hala yüzde doksan dokuzu müslüman kabul edilen ülkemiz ve bölgemizde erkek çocuğunun olmayışı kumanın sebebi olarak görülmektedir, hatta birçok yerde hala kız çocuğu olupta erkek çocuğu olmayanlara “zürriyetsiz ve kordûnde” denilmektedir…
Evet, dinimizin kaynağı olan Kur'anda dahi "Kadın/Nisa" adında bir sure vardır, bu bağlamda İslamın kadına verdiği değeri anlatmama gerek yok sanırım. Sadece: İslam kadına hayat verirken, medeniyet sadece bir gün vermiş çok mu demek istiyorum...
Ama yinede kadınların yaşanıyormuş gibi değil de yaşadıkları tüm günlerini kutluyorum...
(M. Burhan HEDBİ) Pazartesi, 07 Mart 2011
*****dpnt****
[1] - Ebu Davud, Edep, 120, 121
[2] - Tirmizi, Bir 13
[3] - Müslim, Bir, 149; Tirmizi Bir, 13
[4] - Buhârî, Zekât, 10, Edeb, 18; Müslim, Bir, 47 Ayrıca bk Tirmizî, Bir, 13
[5] - Müslim, Birr, 149
[6] - İbn Mâce, Nikâh 50
[7] - Kevser /108