Ya Hain, Ya Soyguncu!
Geçen akşam bir aile dostumla sohbet ediyordum, söz döndü dolaştı siyasete geldi. Yine her zamanki gibi “benim partim pür-ü pak, seninki hain, soyguncu”.
Yani karşı partilinin katli vacip…..
Öncelikle söyleyeyim bu mantıkla hareket edersek Türkiye’de hain olmayan ve soyguna bulaşmamış bir Allah’ın kulu yok, hepimiz bir şekilde kenarından köşesinden bulaşmışız demektir.
Buna alışkanlık mı diyelim yoksa ceddimizden miras mı, her ne dersek diyelim, partilerimiz ve onun yandaşları olan biz vatandaşlar bütün hayat felsefemizi bu ikili üzerine kurmuşuz “hainlik ve soygunculuk”
Konumuzla alakası olmamasına rağmen araya sıkıştırıvereyim, mafyalarımız bile bu argümanı kullanıyor “şerefsizler yakalamışlar bizimkileri”. Şerefsizler dediği polisler…..
Bu huy nereden geliyor?
Bu konu hakkında uzun- uzun düşündüm, fakat bir türlü işin işinden çıkamadım. Çünkü birkaç neden buldum, ama hangisi daha öncelikli geliyor bilemiyorum.
Birincisi, “namus” kavramı bizde çok önemsenen bir olgu olduğu için mi acaba?
Öyle ya toplumda en çok önem verilen “namus” yani ihanet etme/ etmeme kavramı. Bundan yoksun olmak utanç verici bir durum değil mi? Partilerin bundan yoksun olması demek toplum nazarında değerinin olmaması demek anlamına geliyor.
Soygunculuk ta öyle, kişinin sahip olduğu mal kutsaldır da onun için. Hırsızlık yüz kızartıcı suçlardan biri olarak kabul edilir toplumumuzda. “Mal canın yongasıdır” demiyor muyuz. Ya da “kızıl yetimin hakkı” deyimini kullanmıyor muyuz halk arasında.
İkinci neden olarak da şu geldi aklıma;
Toplum olarak okuma yüzdemiz çok az, belki de Ruanda seviyesinde. Zoraki espri yapmak istesem bile haklılık payı olduğunu bilmelisiniz, zira istatistikler aşağı yukarı beni doğruluyor.
Bilmeyen insan tez ileri süremediği gibi karşı tezler de ileri süremez. Dolayısıyla rakibini alt etmenin tek bir yolu kalıyor “ hainlik ve soygun” la itham etmek.
Bir üçüncü yol var ki çok yönlü ve derin bir konu;
Devletler belli temeller üzerine kurulur, buna devletlerin kuruluş felsefesi denir. Kurulurken bu felsefe doğru kurulur, temeller sağlam atılıra mesele yok.
Ama eğer bir takım arazlarla kurulursa, tıpkı deprem kuşağındaki faylar gibi, devamlı irili ufaklı sarsıntılar geçirir, yerine oturuncaya kadar.
Ya da devletler değişen şartlara göre kendini yenileyemezse yine sarsıntılar geçirir.
Bu sarsıntıların görünürde çeşitli nedenleri olabilir, bunlar zahiri nedenlerdir. Gerçek neden “bölüşüm kavgasıdır”
İktidarı ve buna bağlı olarak gelir kaynaklarını kontrol etme ve yönetme kavgasıdır. Muhalefet haliyle servetin üzerinde oturan güç odağını “hainlik ve soygunculukla” suçlayacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam felsefe üzerine kurulup kurulmadığı sorusunu sormadan önce bir soru notu düşeyim, “Muhalefet iktidarı hainlik ve soygunculukla suçlarken neden bu suiistimallerin önünü tıkayacak çözüm önerileri sunmaz ? Biz namusluyuz iyi yöneteceğiz der de başka bir şey demez”.
Acaba, iktidara geldiklerinde aynı yolda kendileri de yürüyecekleri için mi?
Dediğim gibi bulduğum üçüncü neden üç cümle ile geçiştirilecek bir konu değil.
İsterseniz Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerine oturmadığının nedenine ışık tutacak üç şey söyleyeyim, daha doğrusu sorayım.
Devleti kuran ve onu ayakta tutan felsefenin,
Bir, ekonomisini ayakta tutacak burjuvası var mıydı ki bu bir yerde toplumsal barışı tesis etmek demektir. İki kültürel alt yapısı var mıydı(yanlış tercihle batıyı seçti), bu da hakim kültür oluşturmak demektir.Üç bu felsefeyi yönetecek ve yönlendirecek bir manifestosu ve ideologları var mıydı?Bu da toplumsal yapıyı düzenlemek demektir.
Yoksa yere göğe sığdıramadığı “felsefe”, karşı tarafı “mal”a ortak etmemenin zıt şeklimiydi acaba?