Vur Oğul
Gece boyu aralıksız esen tipinin uğultusu sabaha doğru dindi. Uykuya kanan gözlerini açtığında başını pencereye taraf çevirdi. İçinden, “ Şafak sökmemiş, yavaş yavaş kalkıp hazırlanayım. Ya Allah.” diyerek yatağından doğruldu. Bir müddet sessizliği dinledi. Kendini bildi bileli ortalık aydınlanmadan uyanır, herkesten önce işlerini bitirirdi. Yine öyle yaptı. Günler öncesinden göle attığı ağları toplama zamanı gelmişti. “İşaret koyduğum yerler kar altında kaybolmadan gidip ağı çekmeliyim.” diyerek atını hazırladı. Gölün başına gitmek için eyerine oturduğunda, anası her defasında olduğu gibi gitmesine engel olmak istedi. O ise söylenene kulak asmadan atına bindi. “Deh” diyerek yola koyuldu.
Saatler sonra gölün üstünde çubuk dikerek işaret koyduğu yeri bulup yeniden delik açtı. İnin, cinin olmadığı o yerlerde balık tutmak öyle kolay iş değildi. Önce avlanılacak yeri iyi bilmek gerekirdi, sonra bir metreye yakın kalınlıktaki buzu kırıp içine ağı germeliydi. Sonra sabırla birkaç gün bekleyip ağı çekmeliydi. Bu kadar karın tipinin ortasında gölden tutulan kılçıksız sarıbalıklar güzel nimetti. Evine vardığında; “Gelin benim bereketli sarı kuzularım.” diyerek pullarını kazıyacak sonrada bir güzel kızartarak ailesiyle birlikte karınlarını doyuracaktı.
Gün akşama kavuşmak üzereyken gölden ağı çıkarma işini bitirip sarı kuzuları torbalara doldurduktan sonra ağızlarını bağladı. Kısa saplı kazmayı da atın belindeki heybeye koydu. Başını yukarı kaldırdı. Gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne baktı. Yavaşça düşen kar taneleri yüzünde eridi. Yüzündeki gülümsemeyle “Şu güzelliğin yok mu? Bütün zahmetine değer.” dedi. Sonra başını yanında duran Bozo ya taraf çevirerek, “Akşam olmak üzere artık dönelim. Biraz daha kalırsak vallahi kurtlara yem oluruz.” diyerek çulu atın sağrısına örttü. Ardından da balıkları doldurduğu torbayı terkisine yükledi. Anasının ördüğü yün başlığı kulaklarına kadar indirdi. Eldivenlerini bileklerine kadar çekti. Sonra bir sıçrayışta eğerin üzerine oturdu. Ayaklarını üzengiye geçirerek kantarmayı eline aldı. Topuklarıyla hafifçe atın karnına dokundu. Atın kenter yürüyüşüne keyifle üflediği ıslığı eşlik etti. Bozo adlı iri çoban köpeği de kuyruğunu sallayarak karlar arasında peşinden koştu.
“Homurdanma deli pala her kuşun kendisine göre nağmesi var. Benim nağmemde böyle işte bilmiyor musun? Üstelik emeğimiz boşa gitmedi.” diyerek yüzündeki gülümsemeyle atının yelesini okşayarak ıslığına devam etti.
İnsanların bir avuç merhametli kara toprağa muhtaç olduğu o zemheri günlerinde, Çıldır gölünün buzla kaplanmış yüzünde at üstünde gidiyordu. Oraları ilk defa gören biri, sonsuz gibi görünen beyazlığın altında bereketli göl olduğunu nereden bilebilirdi ki? Diz hizasına kadar çıkan kar, Deli Palanın yürüyüş hızını kesiyordu
Terkisindeki dolu torbayla atın sırtında keyifle ilerlerken, şahin gibi bakışlarıyla da etrafı kontrol ediyordu. Akşam griliğinin bile lekeleyemediği ufuksuz pırıl pırıl beyazlık üzerinde birkaç tavşan, kurt, tilki ve kuş ayak izinden başka bir şey yoktu. “Aylardır gök mavi, yer beyaz, sanki hiç yaz gelmeyecek gibi. Ne dersin Deli Pala “ diyerek bir müddet sustu. Sonra da kendisini teselli edercesine “Anam ‘Karakış karadan gider, zemheri aradan gider, gücük azdır, martta yazdır.’ Der. Bozo şunun şurasında ne kaldı ki yaza?” dedi. “ Ha… bir de Bizim Hasan Yücel bir keresinde kar yağarken bir gökyüzüne baktı birde uzaklara sonra derin iç çekti. Buğulu gözlerini gözlerimden saklayarak ‘Her kar bir hatıraya yağar.’ Demişti. O sözü beni çok etkilemişti. O sevdiğini karlı bir gecede kaybetmişti Deli Pala. İşte böyle. ” dediğinde gözyaşı yüzünde dondu.
Beyaz çölün sessizliğinde ilerlerken, aklına ilkbaharda göy dağın eteğinde yetişip gölün berrak sularına güzellikleri yansıyan kan kırmızısı gelincikler geldi. Sanki her biri suyu ayna ederek saçlarını tarıyor, diye düşündüğü günleri hatırladı. “Benim dediklerime bakıp üzülme, zamanı gelince her şey kendiliğinden oluverir.” diyerek atının boynuna şefkatle dokundu. “Nice yazlar, kışlar gördük, ama bu sene kış bir başka zor geçiyor.” dediğinde gözleri ufuksuz uzaklara daldı. Deli Palanın burnundan çıkan sıcak nefesi kar taneleri arasında kaybolurken ıssızlığın koynunda yoluna devam etti.
Akşamın çökmek üzere olduğu vakitte, Çoban köpeği Bozo’ nun aralıksız havlamasına aldırmadı önce. Tilki ya da tavşan gördüğünü düşündü. Yer yer sertleşen karda zorlanarak yürüyen Deli Pala, arada bir homurdanarak yol aldı. Köpeğin sesi uzaklaşınca “Yoksa kurt mu indi buraya? Ama bu saatlerde de inmez ki meretler.” dedi. Endişelenince atın kantarmasını çekerek durdu. Arkasına baktığında Bozo nun geride havlayarak karları eşelediğini gördü. Atını döndürerek o tarafa sürdü.
“Ne var orada Bozo? Havlama sesinden göl ikiye yırtılacak.” diyerek sinirli halde atın sırtından indi. Ayağıyla karları sağa sola savurarak birkaç hızlı adım attı. Gözlerini kırpıştırarak kar üstündeki karartıya eğildi baktı. “Aman Allah’ım kim bu? ” diyerek dizlerinin üstüne çöktü.
Elleriyle iyice karları temizleyince, alaca karanlıkta büzüşerek öylece buyukmuş olan delikanlıyı gördü. Eldivenlerini çıkararak alnına, boynuna, burnuna dokundu. Kulağını kalbine yaslayıp dinledi. Heyecanla, “Yaşıyor.” diyerek atını delikanlının yanına yanaştırdı. Balık torbalarını hızlıca çekip indirdi. Çocuğu kucağına alarak, başı atın sağ böğrüne, gelecek şekilde yüzükoyun terkisine yatırdı. Bozo da havlayarak etraflarında dönüp durdu. “Çabuk olmalıyız.” diyerek karla kaplı buz tutmuş gölün üstünde atını mahmuzladı.
Kış akşamında gökyüzüne asılmış kandil gibi parlayan ay ışığı, yolunu aydınlatıyordu. “Gecenin ayazı ağulu kılıca benziyor. Her yanımı doğradı sanki. Kışın kereminin bolluğu da böyle oluyor işte.” diye kendi kendine söylenerek köyüne yaklaştı. “İnşallah terkimdeki delikanlı donmamıştır. Gerçi Deli Palanın sıcaklığı onu biraz korur. Neyse ki köyün ölü gözü gibi parlayan ışıkları gözüktü.” diyerek atının karnına son bir kez daha dokundu.
Köyüne vardığında yatsı vakti geçmişti. Atından inerek evin büyük tahta kapısını yumrukladı. İçeriden gelen sese, “Benim ana aç.” dedi. Kapının demir zırzası açılıncaya kadar “İnşallah emeğim zayi olmamıştır. Ya Allah.” diyerek terekesindeki delikanlıyı kucaklayarak omuzuna aldı. “Ana hemen kovalara kar doldur getir. Ben delikanlıyı sekiye uzatıp soyundurayım.” diyerek sedirin üzerine uzattı. Yüreğindeki korku eline ayağına dolaşıyordu. Çocuğun yüzündeki masumiyeti gördüğünde içi acıdı. “Ne arıyorsun o ıssız yerlerde. Kayıp mı oldun yoksa çocuk. Kimsin? Nesin? Neden bu haldesin?” diyerek kısık sesle kendi kendine konuştu. Neden sonra anasına seslenerek yardım istedi.
“Çabuk olmalıyız hala yaşıyor. Kurtaracağız inşallah meraklanma oğul.” diyen ana bir taraftan da delikanlıyı soyundurdu. Gaz lambasının isli ışığı altında kovadaki karlarla delikanlının ellerini, kollarını, ayaklarını, bacaklarını ve bütün vücudunu ovmaya başladılar. Kovalardaki karlar bittikçe ana yenisini getirdi. Üşüyen ellerini nefesleriyle ısıtıp yeniden ovdular ovdular…
“oyyy ana…” sözü delikanlının morarmış dudakları arasından çıktığında, ana “Çok şükür oğul çok şükür… Ölümden döndü. İnşallah bir yerinde arıza kalmaz.” dedi. Onlar karla ovmaya devam ettikçe delikanlının sızıları çoğaldı. Acılar içinde “Ana… Ana…” diye sayıkladı.
Belki bir saat belki biraz daha uzun süre karla ovulan delikanlının sızıları azalmaya başlayınca iniltileri de durdu. Gözlerin açtığında bir müddet durduktan sonra korkuya kapılarak “Anam… Ermeni Askerleri… Yapamam… Ana yaklaşıyorlar…” diye sayıklarken sözleri gözyaşlarından aktı.
“Kimsin sen? Neler geldi başına? Anlat kardaş. Anlat ki bilelim.” diyerek ağlayan delikanlının omuzunu sıktı. “Anamı vurdum ağam. Aha bu kırılası ellerimle anamı karlar arasına gömdüm. Oyyy.”
“Tiknis de ki evimize Ermeniler baskın yaparak babamı öldürdüler. Anam, ‘Gözümün akı, karası oğul bunlar seni sağ koymayacak. Buralardan gidelim dedi.’ Evimizi ocağımızı söndürerek gecenin bir yarısı ay ışığı altında yola düştük. Şafak vakti ala karanlığını gündüze sunduğunda epeyce yol almıştık. Uzakta bacaları tüten köyü gördüğümüzde ‘şükür kurtulduk.’ diyerek anam sevinçle boynuma sarıldı. ‘Akbaşlı dağların eteğinde ak beleğe belenen köye yetişmemize az kaldı. Kurtuluyoruz oğul. ’demesinin ardından peş peşe duyduğumuz silah sesleriyle irkildik. Anam ‘Bizi gördüler peşimizi bırakmayacaklar. Koş oğul.’ dedi. Elimizdeki torbaları atarak var gücümüzle karlar arasında düşe kalka koşuyorduk. Onlar da ara sıra ateş ederek arkamızdan koşuyordu. Anam bir an durdu arkasına baktı, sonrada bana dönerek, ’Beni vur yoksa o imansızlar…’ dediğinde dehşete düştüm.
Onlar bize doğru yaklaştıkça anamın gözleri korkudan kocaman olmuş bana yalvarıyordu. ‘Oğul ya tabancayı ver ben yapayım, ya da sen yap yoksa namusuma halel getirecekler. Her şekilde öleceğim ben, bari temiz öleyim oğul beni vur ve kaç.’ dediğine nutkum tutulmuştu. Onlar bize doğru koşarak geliyordu. Anam ise önümde diz çökmüş beni vur diye yalvarıyordu. Şuurumu yitirmiş öylece olanları seyrederken, babamı nasıl zalimce öldürdükleri geldi gözlerimin önüne. Avlunun ortasındaki direğe bağladıkları babamın ellerini keserek başladılar zulmetmeye… Sesi, o acıyla yankılanan sesi kulaklarımdan hiç gitmedi.
Ya anam? Anama yapacakları daha da beterdi. Onların bağırışları ve silah sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Sesler yaklaştıkça anam ‘Vur oğul. Beni onlara bırakma yoksa hakkımı helal etmem sana.’ diye yalvarıyordu. Bir an, Bir an tabancayı anamın kalbine dayadım. Anam tetikteki parmağıma dokundu gözlerime baktı gülümsedi. Boşlukta yankılanan sesle ayaklarıma düştü. Kırmızı ve beyaz ağam… Anam, kırmızı ve beyaz kucak kucağa… ”
Ana oğul delikanlının söyledikleri karşısında kapılarının önünden akan çay gibi donup kaldılar.