Vur Deyince Öldürdüler!..
Televizyondaki görüntüleri büyük bir şaşkınlık içerisinde izliyorum.
Adeta kanım donmuş, şoke olmuş bir haldeyim.
Böylesine bir karşı müdahale olabilir mi diye gördüklerimin doğru olup olmadığını anlayabilmek için gözlerimi oğuşturuyorum.
Belki göz yanılması yaşıyor olabilirim diye…
Polis, sanki düşmana saldırıyordu!..
Tam teçhizatlı, gaz maskeli, ellerinde haydar denilen tahta coplar ve Allah Allah nidalarıyla olanca güçleri ile karşılarındaki işçi grubuna saldırıp, hedef gözetmeksizin vuruyor, vurduğunu indiriyor, yerdekini ise tekmelere boğuyor.
Yani düşmüşe bir tekme de Türk polisi vuruyor.
Düşen de Türk insanı oysa ki…
Vay be!.. Böylesine gaddarca bir tutumu, acaba Irak'ı işgal eden Amerikalılar, Iraklılar'a yapmış mıydı?
Belki de, 1 Mayıs öncesi, oradaki görüntüler polise izlettirilerek, neler yapması beyinlere kazındı.
Tabii, Başbakan "Ayak takımı" olarak nitelendirince, emrindeki polis de "Başbakan öldürün" diye emir verdi olarak algıladı.
Tamam, sendikalar da günler öncesi ortamı gerdi. Devletle resmen inatlaştı, hatta devlet otoritesini yok etmeye yönelik girişimleri kabul edilemezdi.
Ama polisin de, kendi halkına, kendi vatandaşına karşı böyle zalimane girişimi de kabul edilemezdi.
Karşısında elinde pankarttan başka hiçbir şeyi olmayan topluma, kalkanlarla, coplarla, yetmedi gaz bombaları ile saldırıldı.
Tüm bu saldırılar da yetmedi, polis gaz bombaları ile hastaneye saldırdı. Hem de acil servise!..
Savaş durumunda bile hastaneler, saldırı dışı tutulur, uluslararası anlaşmalara göre…
Birinci Dünya Savaşında da, İkinci Dünya Savaşında da, son yaşanan savaşlarda da bu hassasiyet dikkatle göz önünde bulundurulmuştur.
Fakat ne yazık ki, böylesine hassasiyet bizim önceki gün yaşadığımız 1 Mayıs'ta hiç mi hiç dikkate dahi alınmadı. Çünkü, polis gaz bombaları ile hastaneye dahi saldırmakta hiçbir sakınca görmedi.
Gencinden yaşlısına, bebeğinden çocuğuna kadar hastaneye şifa aramaya gelen herkesi gözyaşına boğup, nefes darlığının içerisine soktu.
Böyle bir saldırıya karşı insanın kanının donmaması mümkün değil.
Türban gösterilerine, Ermeni yanlısı gösterilere böylesine hoşgörü gösteren bir devlet ya da devletin polisinin işçi yürüyüşüne bu kadar katı bir tutumla yaklaşması da son derece anlamlı!..
Allah’tan ellerinde makineli tüfek falan da yoktu yani!.. Yoksa olabilecekleri düşünebiliyor musunuz?
Üstüne üstlük, devletin valisi de televizyon kameralarının karşısına çıkıp resmen yalan konuştu...
Diyor ki; "Hastane bahçesine gaz bombası atılma gibi yalan bir haber uyduruyorlar!.. Güya polis hastane bahçesine gaz bombası atmış!.. Böyle bir şey olabilir mi? Bu tamamen yalan bir haberdir… Sadece hastaneye bir yaralı götüren polisin arabasındaki gaz bombası kazayla yere düşmüştür… Böylesine masumane bir durumu polis hastaneye gaz bombası attı diye haber yapıyorlar. Yalandır" diyor.
Ve, devletin valisi televizyon ekranlarından, resmen ve alenen bu milleti salak yerine koyuyor.
Helal olsun kendisine.
Demek ki, o görüntüleri çeken kameraların her biri öylesine güzel montaj yapmışlar ki, hem de kare kare birbirlerine benzetmişler ve resmen hastanenin acil servisine bilinçli bir şekilde atılan gaz bombasını, bizlerin gözleri önüne yalan haber olarak getirmiş.
Bir de yine polisin şiddetin kaçan işçilerin sığındığı bina da gaz bombalarından nasibini aldı.
Çok merak ettiğim bir şey var!..
Polislerin büyük çoğunluğunun İstanbul dışından getirildiği belirtiliyor. Kimi polis de Rize'den gelmiş.
Merak ettiğim ne biliyor musunuz?
Eğer Yunanistan'dan, ya da Ermenistan'dan takviye polis gücü getirilseydi, onlar da acaba bizim kendi polisimiz kadar böylesine vahşi bir saldırı sergileyebilir miydi?
Hiç sanmıyorum!.
En azından belki iteler kakalardı ama böylesine ağır bir şiddet uygulayabileceğini hiç mi hiç düşünmüyorum.
Türk polisinin, 1 Mayıs'ta Türk milletine karşı sergilediği tutum, tamamen insanlık dışıydı.
Olayı provoke etmek isteyen gruplar tabii ki vardı.
Polisin asıl görevi bu provokatörleri bulup çıkartmak değil mi?
Bir de AB'ye girmeye çalıştığımız bir ortamda, böylesine bir vahşeti nasıl izah edeceğiz, onu da çok merak ediyorum.
Eee, normaldir. Devletin valisi ve emniyet müdürü "vur" deyip orantılı gücün tarifini yapmayınca, polis de "öldür" emri aldıklarını düşünerek, kendi milletine saldırmanın ötesinde, hızını alamayıp, turist dahil herkese saldırmayı kendine görev edindi.
Kafa-kol yarmacasına, yerde yatan bir kadının kafasını tekme darbeleri ile parçalarcasına, yere düşenlerin üzerinden postalları ile basa basa geçercesine üstelik.
1977 yılındaki 1 Mayıs, ne kadar tarihimize kara bir leke olarak geçtiyse, ne yazık ki 2008 yılındaki 1 Mayıs olayları da aynı karalıkta geçti bana göre.
Ve bu da tamamen polisin uyguladığı vahşi şiddet nedeniyle.
Millet olarak bir kez daha utanca boğulduk.
Ne kadersiz milletmişiz biz yahu!..
Bugün Dünya Basın Özgürlüğü Günü!..
Bugün 3 Mayıs ve Dünya Basın Özgürlüğü Günü, biliyor musunuz?
Yani basının özgür olduğunun öne çıktığı bir günün kutlaması!..
Vatana, millete hayırlı uğurlu olsun!..
Öncelikle özgür bir basının olabilmesi için demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işlerlik içerisinde olması gerekir.
Demokrasinin olduğu bir ülkede de hukukun üstünlüğü tartışma götürmez bir gerçek olarak ortaya çıkar.
Kimse kusura bakmasın ama de-mokrasinin olmadığı, hukukun tanınmadığı bir ülkede de, üstünlüğünden bahsetmek, ancak abesle iştigal etmekten öte bir anlam taşımıyor.
İşin doğrusu hukukun içinde yer alıp da hukukun doğru dürüst işlemediğini bizzat içindeki kişiler vurguluyor, yani bu sadece benim düşüncem de değil.
Baksanıza, önceki gün 1 Mayıs olaylarını görüntülemek isteyen kameramanından muhabirine kadar ne kadar gazeteci varsa, neredeyse sıra dayağından geçirildi polis tarafından!.
Kiminin kolu kırıldı, kimisinin kafası!..
Zaten, böylesine durumlarda polisin basına yönelik şiddet eylemi içerisinde bulunması da garip değil mi? Adeta bir hınç alır gibi...
Böyle bir öfke nöbetinin anlamını da anlamak mümkün değil!..
Böylesine bir ortamda, hangi basın özgürlüğünden bahsedilebilinir ki?
AB uyum yasalarından esinlenerek çıkarılan basın kanununda, basında işlenen suçlara para cezası getirilirken, daha sonra 2005 yılında çıkarılan Türk Ceza Kanunu’nda ise hapis cezaları getirilerek, Türkiye’deki özgür basın(!) terbiye altına alındı.
Her dakika tepesinde Demoklesin Kılıcı’nı hissederek yayın yapan özgür basın(!) da, böylesine alabildiğine bir özgürlük denizinde boğuldu kaldı.
Öte yandan basın özgürlüğünü medya patronlarının alabildiğine yatırım yapma hakkı olarak algılayan yok mu? Tabii ki var...
Onlar gani gani büyürken, asıl özgür basını savunanlar da her geçen gün yok olmaya başladı.
İşte öylesine bir basın özgürlüğü!..