Vur Ama Önce Dinle!..
Zaman zaman dünyanın en kolay işini yapar, önümüze geleni eleştiririz.
Anlamadan, dinlemeden, sormadan, soruşturmadan...
Yargısız infazda bulunup, ya asarız, ya da keseriz.
Suçlu muydu, değil miydi? Bilmeden.
Arkasından da ya “Oh oldu, cezasını buldu” deriz, veya “Yazık oldu, pisi pisine gitti” diye hayıflanırız.
Dedik ya, bu çok daha kolayımıza gelir.
Şimdi, kim kalkacak da onun suçlu olup olmadığını anlamak için zaman harcayacak?
Ola ki, düşündüğümüzün tersine çıktığında nasıl bir eleştiride bulunacağız ki?
Örneğin, meydana gelen bir olay karşısında fikri sabit bir şekilde, biz zaten hükmümüzü vermişizdir.
“Boynu vurula...” diye.
Araştırıp, soruşturup da, neden bu hükmümüzün çürümüşlüğünü ortaya çıkartalım ki!..
Sonra, toplum içerisindeki itibarımız, değerimiz ve de bilgeliğimiz sarsılmaz mı?
Bunu devam ettirmenin en kestirme ve en kuvvetli yolu da, hükmü en kısa sürede vereceksin.
Kelleyi kopartacaksın ki, seni şikayet edecek, senin eleştirilerini ortadan kaldıracak kişini sesini soluğu kesmiş olacaksın!..
Ne çare ki, tüm bunları en çok yapan kişilerin başında da biz gazeteciler geliyoruz.
Kendilerine araştırmacı gazeteci sıfatını yakıştıranlar, araştırmadan, anlayıp dinlemeden, sırf bu sıfatın arkasına saklanıp, o kadar çok kelle koparttılar ki bugüne kadar, toplasanız, bir mezarlık dolusu insan eder.
Ama ölen öldüğü ile kaldığı gibi, öldürenler de zafer kazanmış kumandan edasıyla, bu toplum içerisinde itibarlarına katmer katmer yeni itibarlar ekleyerek, kabaran hindi gibi dolaşmayı da büyük bir marifet olarak görürler.
Eleştirdiğimiz, çoğu zaman haksız yere suçladığımız mesleklerin başında da her nedense doktorlar ve hastaneler gelir.
Bu ülke yıllar yılı yap-boz tahtasına çevirdiği milli eğitim sisteminin yanı sıra, sağlık sistemini de kuşa çevirmenin sancısını çekiyor, biteviye...
Çocuktum ufacıktım hastane kapılarında sürünüyorduk... Büyüdük adam olduk, hâlâ aynı kaderi paylaşıyoruz, yurdum insanı olarak.
Aradan geçen koskoca yarım yüzyılın hiçbir katkısı olmamız, ne çare ki bu ülkenin sağlık sektörüne.
Tamamen de nankörlük etmeyelim, gelişmeler tabii ki olmuş ama değişmeler mümkün değil!..
Hep Avrupa’yı Amerika’yı Japonya’yı örnek almışız da, nüfusumuzun kalabalıklığını bahane etmişiz beceriksizliğimize.
Sanki onlar bizlerden çok daha az nüfusa sahiplermiş gibi yutturmaya kalkmışız topluma, yeteneksizliğimizi.
Hamasi nutuklar atıp, şunu söyle yapacağız, bunu böyle yapacağız diye kandırmayı ilke edinmişiz bu milleti de, ortadan kaldırmayı becerememişiz illeti.
Sağlık... Yaşamımızdaki en ucuz şey... Ama en de pahalısı.
Ucuz!.. Çünkü bizim için hiçbir değeri yok. Bunuz için 5 kuruş harcamayı bile değer bulmayız.
Muhabbet kuşumuz hastalanınca veterinere koştururuz da, aynı dert başımıza geldiğinde, iki aspirin alıp atlatmaya çalışırız.
Amma bir de kaybettiğimizde, dünyanın parasını harcarız da gözümüze görünmez. Amaç, eski sağlığımıza bir an önce kavuşmaktır.
Yeri gelir avuç dolusu paralar dökeriz ama ne mümkün eskiye dönmek. Gidenin gelmediği bir dünyada yaşıyoruz, fakat kaybedince anlıyoruz.
Bu nedenle sağlığımızı da kaybedince arayanlardanız. Üstelik aynısını geriye getiremeyeceğimizi bile bile.
Oysa ki, bugün her televizyon ekranında, her gazetenin bir köşesinde mutlaka sağlıkla ilgili ya bir program vardır ya da bir köşe.
En başta da derler ki, “Sigara içmeyin!..” Kanser de yapar, ülser de... Kısacası öldürür.
Biz de deriz ki, “İçen de ölüyor, içmeyen de... Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünya bize mi kalacak!..” diye bir de sigara yakar tellendiririz.
Ama kanser olup da, öbür tarafa yolculuğa gittiğimizde, geride bıraktıklarımızı içine attığımız derin acıyı artık hissedecek durumda bile olmayız.
Ölen kurtulmuştur da, ya geride kalanlar?
Tüm bunları yaşarken, kurtulursak bizi hayata döndüren kişi olan doktora ya iki satır gazete ilanı ile teşekkür ederiz, ya da bir demet çiçek yollarız.
Amma velakin, bir de tersi olup ecele yenilerek, Hakk’ın rahmetine kavuştuğumuzda, hayrın da, şerrin de Allah’tan geldiğini unutup, vur abalıya örneği gibi doktora yükleniriz.
Yanlış anlaşılmasın, onların tamamen saf ve temiz olduğunu sanmıyorum.
İllaki, her mesleğin ve her sektörün içerisinde çürük elmaların bulunduğu gibi, doktorluk mesleğinin içerisinde de görevini ihmal edip, ettikleri Hipokrat yeminine sadık kalmayanlar mutlaka vardır.
Onları, bu yazıdan vareste tutup, gerçekten mesleğinin hakkını bihakkın verenler için yaptığımız haksız yere suçlamaları, suya atılan taşın meydana getirdiği dalgalar gibi, daha geniş kitlelere yaymak için elimizden gelen çabayı da sergileriz.
Yaşanılan üzücü bir olayda, nasıl bir psikoloji içerisine gireceklerini düşünmeden, suçlarız. Sadece suçlarız.
Kendimden küçük bir örnek vermek istiyorum.
Mesleğim gereği, birçok kanlı olay gördüm, görüntüledim, şahit oldum.
12 Eylül öncesi gözümün önünde patlayan bombalardan insanlar parçalandı, her bir uzvu bir yere savruldu. Ortalığın kan-revan olduğu durumlarla karşılaştım.
1 Mayıs 1977 olaylarını fotoğrafladım. O günü bilenler, ortalığın nasıl bir kan gölüne dönüştüğünü de bilirler.
Demem o ki, birçok kanlı olaya tanık oldum. Kısacası beni kan falan tutmaz. Gözümün önünde kesilen kola-bacağa gözümü kırpmadan bakabilirim.
Ancak, oğlumun sünnetinde, sünnetçi malum operasyonu yaparken, daha son darbeyi bile indirmeden sapsarı kesilip, tansiyonumun düştüğünü söylediler. Doktor, bulunduğum odadan çıkarıp, koridordaki koltuğa oturttu da kendime gelebildim.
Üstelik, operasyonun kanlı sahnesi de gerçekleşmemişti henüz.
Yine demem o ki, bu kadarcık basit bir operasyonu kaldıramayan ben ve benim gibilere karşın, öyle doktorlar var ki, her Allah’ın günü Azrail ile pazarlık yapanları, Azrail’e karşı korumak için canını dişine takıyor.
İstedim ki, bir de onların penceresinden bakıp da, neler yaşıyorlar? Onları size aktarayım.
Bakın, Halim İlgen isimli 112 Hızır Acil servisinde çalışan bir doktor kardeşimiz, duygu ve düşüncelerini ne kadar büyük bir hassasiyetle dile getirmiş.
Okuyalım;
“Hiç bir DOKTOR cani değildir.
Hiçbir doktor hastasını öldürmek istemez ve de öldüğü zaman da mutlu olmaz.
Nereden mi biliyorum? Çünki ben de bir doktorum. 112 de çalışıyorum ve hemen her nöbetimde hayatla ölüm arasında tahtaravalliye binmiş bir kaç kişi ile yardımcı olabilmek, yaş ama döndürebilmek için resmen "BOĞUŞUYORUM".
Yeri geliyor, solunumu ve kalbi durmuş olan birisine geri dönmeyeceğini bile bile, boşuna olduğunu bile bile bir "acaba" için dakikalarca müdahalede bulunuyoruz.
Sanıyor musunuz ki, odadan çıktığınız zaman yüzünüze umutla ve merakla bakan gözlere "başınız sağolsun" demenin kolay olduğunu?
Sanıyor musunuz ki duyduğunuz çığlıkları duymamanın, tahammülünün kolay olduğunu?
Sanıyormusunuz ki merkeze "hasta ulaşıldığında EX" demenin kolay olduğunu?
İnsanlar raftingi, bungy jumpingi "adrenalin" olsun diye yapıyorlar. Gelsinler de benimle birlikte "gerçek" bir MI vakasına müdahale etsinler bakalım. O kısıtlı sürede o kadar enerjiyi nasıl harcıyorlarmış, anal sfinkterlerine kadar nasıl "adrenalin" doluyorlarmış o zaman görürüz. Hele hastanın şansı varsa ve dönmüşse o hasta nasıl ambulansa alınır, o yollar nasıl geçit vermez, hastaneye nasıl girilir hasta teslim edildikten sonra hastanenin dışına çökülüp nasıl sigara yakılır bunu bir görsünler.
Bu ülkede bizler her zaman için sorunun kaynağı yerine görüneni ile uğraşmayı, görüneni suçlamayı tercih ederiz. Çocuk düşer kafasını sehpaya vurur biz sehpayı döveriz, çocuğun kafasını çarpmasına neden oldu diye. Çocuğa dikkatli olmasını, aksi takdirde canının yanacağını söylemek yerine...
Artık Türkiye'de sağlık sistemi çöktü, bitti.
Vuralım ama önce bir dinleyelim isterseniz!..
Nasıl. Beğendiniz mi? Gözlerinizde hafif bir nemlenme oldu mu? Olmuştur olmuştur. Bende oldu da...
Saygılarımla...”
Neyse tüm arkadaşlarıma bizlerin ellerine düşmeyecekleri sağlıklı günler dilerim.
Bunun tek sorumlusu ise gelişmeleri takip etmeyerek gerekli yatırımları yapmayan ve sağlık sistemini deneme tahtasına çeviren ve deee HEKİMİ HASTA İLE PARASAL OLARAK KARŞI KARŞIYA GETİREN SİYASETÇİLERDİR.