Varlık ve Güç
Varlık her zaman gücü beraberinde getirmiştir. Güçlü olmak varlıklı olmayı zorunlu kıldığından başlangıçta varlığa sahip olmayan güç sonuçta varlığı kendine çekmiş devamlılığını onun sayesinde sağlamıştır. Her zaman, mekan ve toplumda bu varlık-güç ilişkisi görülür.
İnsanlar doğal olarak varlığı elinde tutanların etraflarında halkalanmışlardır. Varlıklı iseniz bir halkanız vardır. Dolayısıyla etrafınızdaki insanların size ithaf ettikleri bir güce sahipsinizdir.
Aslında din bu döngüyü kırmak istemiştir. Peygamberler ve aileleri varlığı elinde bulundurup güç halkası edinmişlerden değillerdi. Soylu, belirli bir aileye mensubiyet anlamında en fazla birer aristokratlardı.
Peygamber Efendimizin gücü ona gelen vahiy dolayısıylaydı. Gücü ellerinde bulunduran varlıklı insanlar başlangıçta bu peygamberi gücü çokta umursamadılar. Ancak düşünsel boyutta Peygamber’e doğru halkalanıp ona güç ifade eden insanlar çoğaldıkça telaşlandılar ve çareler aramaya başladılar. Karşılarındaki varlıksız, farklı, bir anlamda pasif bir güçtü.
Peygamber’in vefatında Müslümanlar onu defnetmeden önce Peygamber’in geride bıraktığı bu gücü kime vereceklerini belirlemede acele ettiler. Peygamber’in naşı ortadayken öncelikle toplanıp bunu tartıştılar.
Zira güç, dünya hayatının en muhteşem parıltısıydı. Özellikle tanrısallıktan kaynaklanan gücü elinde bulunduranlar hem burada hem de öbür hayatta bu sayede üstün kılınıyorlardı. Yani ilahi kaynaklı gücü eline geçirenler tüm dünya nimetlerine gark olurlarken ahirette de cenneti hak ediyorlardı. Böyle düşünülmüyorsa dünyanın faniliğini ahretin kalıcılığını çok iyi bilen Müslümanlar arasında onca güç mücadeleleri niye olsundu ki? Dünyalık gücü yücelten biz Müslümanların zımminde maalesef bu anlayış yatıyor.
Hıristiyan dünyası da hep tanrısal gücün peşinde oldu. Hıristiyanlık öğreticileri kilise adı altında kurumsallaştılar. Tanrısal güçlerini sağlamlaştırıp kalıcı kılmakta kurumları kilise adına geniş mülkiyetler edindiler. Bu, kiliseyi Avrupa’da krallardan daha varlıklı ve güçlü kıldı. Tanrısal güçle varlık bir elde toplanınca kilisenin Avrupa toplumu üzerindeki hakimiyeti asırlarca devam etti.
Kilise öğretilerine karşıt gelişen modern dünyada Hıristiyanlığın canlı kalması ve kilisenin etkinliğini devam ettirmesi kilisenin sahip olduğu geniş mülkler ve bunun getirdiği maddi güç sayesindeydi. Hıristiyan din adamları, bilimsel verilerle ters düşmelerine rağmen toplum nazarında itibarlarını kaybetmediler. Zira belirtildiği gibi din adamları kilise adına geniş varlıklara sahiptiler. Nasrettin Hoca’nın “ye kürküm ye” gerçeği Hıristiyan toplumunda da geçerliydi.
İslam dünyasında Peygamber’in ölümüyle başlayan güç kavgası her zaman devam etti. Varlıklılar güçlü olmalarını ve bunun devamlılığını Peygamber’e intisapla sağladılar. Zorbalıklada olsa varlığa sahip olanlar bu intisapla kara güçlerini akladılar, pakladılar. Ve en kötüsü bu yolla sürekli ve kalıcı oldular.
Avrupa’da ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, İslam dünyasındaki dengeleri alt üst etti. Avrupa’nın kiliseye haylaz, gayretli çocukları kiliseye rağmen insanlığa modernlik adına yeni bir dünya sundular. Bu sunumla alt üst olan İslam dünyası hala Batı’nın bu dünyayı ardından alıp götürmesini çözümleyip yerli yerine koyabilmiş değil.
Bu gelişme İslam dünyasında peygamberlik kaynaklı tanrısal gücü zayıflattı. Bilimsellik ve maddi değerler salt varlığı ele geçirmek, elde bulundurup güçlü olmak için artık tek sebepti. İslam dünyasında Batı’nın sunduğu yeni dünya anlayışına paralel dini değerler zayıflamaya başladı. Böyle olunca yöneticiler Tanrısal güçten çok varlıksal güce yöneldiler. Peygamberi gücü elinde bulunduranların toplum nezdinde zayıflamaları varlıklarının ellerinden gitmesiyle çok kolay oldu. Geniş varlıklara, kalıcı maddi gelirlere sahip olmayan dindar insanlar fakirleşmeleri oranında toplum nazarında çok çabuk itibar kaybettiler.
İslam, ‘Tanrısal Gücü’ Hıristiyanlık gibi kurumsallaştırmadı. İslam dini öğretileri bir anlamda bunu yasaklıyordu da. Bu hususta en fazla Peygamber’in soyuna saygıyı, hürmeti öngörüyordu. İslam dini şahıslara bağlılığı zorunlu kılmadan bir manevi kurumsal öğreti şeklinde devam etti. İslam, dini şahıslarla temsil etmenin önünü tıkar. Aynı şekilde mekanı da kutsallaştırmaz. Kabe’ye yönelinmesi, oraya hacca gidilmesi buralara kutsallık izafe etmek yerine Tanrı inancını ve peygamberi sevgiyi güçlendirir.
İslam dünyasında din adına bir kurumsallaşma aranacaksa bu konuda bir tek vakıflar hatıra gelir. Vakıflar kilise benzeri kurumsallaşmanın çok uzağındadır.
İslam dini değerlerinin canlı tutulması, dini eğitimin devam ettirilmesi daha çok vakıf kurumlarıyla gerçekleştirilmiştir. Camiler, medreseler, tekke ve zaviyeler, imarethaneler, aşevleri gibi toplumsal mekanların yapılması, devamı ve faaliyetleri genelde vakıf kuruluşlarıyla olmuştur. Toplumda hayırsever vatandaşların gayretleriyle vakıflar kurulmuş ve faaliyetlerine dindar ve hayırseverlerin gayretleriyle devam etmiştir. Böylece İslam dini toplumda canlı ve kalıcı tutulmaya çalışılmıştır.
Kiliseye rağmen Batı’nın haylaz çocuklarının ortaya çıkarıp lanse ettiği modern dünya karşısında Osmanlı, çalkantılı evreler sonrasında ‘modern cumhuriyeti’ doğurdu. Cumhuriyetin kurucuları, Osmanlı devlet yönetim mirasını devralmakla birlikte kuvvetlerini varlıksal güçten alıyorlardı. Modernliğin öngördüğü üzere Tanrısal güçler artık demodeydi.
Cumhuriyet yönetiminin bazı kanuni uygulamalarıyla dindar insanlar, vakıfları ve onların topluma hizmet götürmek için edindiği arazi, varlık ve gelirleri kullanamaz oldular. Bilgin, alim, din adına önder olarak görülen insanlar zamanla yoksullaştılar. İnsanlar varlık kaynakları ve modern güçler etrafında halkalandılar. Varlık ve modern güç sahibi olmayan dindarların toplumdaki etkinliği zamanla sıfırlandı. Bilimsel verilere ters düşen Hıristiyan din adamları buna rağmen kurumsallaştırdıkları kilise ve bu sayede edindikleri geniş mülk ve varlıklarını kaybetmediklerinden toplumsal etkinliklerini yitirmemişlerdir.
Dine olan zorunlu ihtiyaç, Peygamber’e olan sevgi, şahıssal bazda dindar insanların gayretleri, modernliğin bilimsellik ve akılcılık reaksiyonuyla zayıflayan dini bu toplumda zamanla yeniden canlandırmaya yetti.
Bugün holdinglere sahip büyük varlıklar edinmiş cemaatler, toplum üzerinde geniş etkilere sahipler. Vakıf kuruluşunu canlı tutarak devam eden cemaatler, sonuçta tek bir şahsa indirgenmesi sebebiyle hiçbir zaman sürekli ve kalıcı kurumlar olamayacaklardır. Birliktelikleri bir anlamda pamuk ipliğine bağlıdır. Kilise farklı bir kurumdur. Şahıslara indirgenemez ve bağlanamaz.
Tek şahsa bağlı cemaatlerde şahsın yaşamının sona ermesiyle geride bıraktığı miras gücüne ulaşma adına büyük bir mücadele ortaya çıkacaktır.
Hazreti Peygamber’in arkadaşları makul ve O’nun onlara öğrettiği dini çok iyi bilen en önde öncü ve üstün Müslümanlardı. Peygamberin mirasını temsil edecek şahsı kavgasız gürültüsüz belirlemişlerdi. Hoş ya, ortada Peygamber’den geriye kalan büyük varlıklar, mülkler, araziler, zenginlikler yoktu.