content

24 Haz

Gerçeksizlik

Öykü kahramanı babam değildir,
Eğer bana, babanı anlat deseler
Bir cümleyle anlatırım
“O; benim tanıdığım, içine ağlayan tek insandı.”

* * *

Vermiş olduğu teknik bilgiyle
bu öykünün yazılmasına katkıda bulunan
Dr.Umur Gürsoy’a teşekkür ederim.

* * *
Öykü

GERÇEKSİZLİK
Sinsi.. Ölene kadar bırakmayacak peşimi… Bir başka gerçek tarafından
egale edilemeyecek kadar arsız? Konuşup duruyor…

“Yatağan'da 30 yıl önce faaliyete geçen termik santral, 2006 yılına
kadar baca gazı arıtma tesisi olmadan çalıştırıldı.”

Şu kanalı değiştirin diye bağırsam… Sabır, birazdan bitecek..

“Santral, çevreye ve insan sağlığına verdiği zararla yıllarca ülke
gündeminde kalırken, çevreciler bir çok kez eylem yaptı.”

Gözlerim kararıyor.. taşları bulanık görüyorum..

“Muğla İl Sağlık Müdürlüğü tarafından hazırlanıp, 'Gizli' ibaresi ile
gönderilen raporda, …”

Şu el bitsin kalkayım. Şu işe bak! En öcü gerçek tepeme tünedi…
Kes sesini artık Allah’ın cezası!

“ Muğla Tabip Odası Başkanı Naki Bulut, santralle ilgili tehlikelere
dikkat çekmek için 2000 yılında hazırladıkları raporun dikkate
alınmadığını söyledi. Yatağan için alarm çok önceden verilmeliydi diyen
Bulut,…”

“Erman şu kanalı değiştir be koçum!” Yan masadan bir gümbürtü koptu.
Biri okey attı. Sesim gürültünün arasında kayboldu gitti.

“2004 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nin yaptığı çalışmada ise 240
çocuktan 228'inin kanında kurşun düzeylerinin yüksek olduğu tespit
edildi. Bölgedeki hekimlerin klinik gözlemleri de Yatağan'da kanser
hastası sıklığının…”

Elim titriyor. Kalbim çarpıyor.

“Yatağan'da bir sağlık felaketi olduğunu bildiklerini ifade eden Bulut…”

Kahveye hiç alışmamalıydım Esin. Kimsesizlik insanı öldürmüyor
ama serkeş yapıyor.

"Ancak bu felaketin boyutlarının ortaya çıkartılması gerekiyor.
Ortaya çıkacak duruma göre ilçede bir Onkoloji Hastanesi kurulması…”

Bitti. Hemen arkasından bir magazin haberi başladı.

“Fetih filmi hasılat rekoruna gidiyor…”

Genellikle bir magazin haberinin peşinden gelmesi tesadüf değil…

“Seyirci tarafından tam not alan…”

“Hadi, at artık şu taşı ya..”

Sinirlerim kötü bozuldu, bitsin gideyim.

“Bi dakka abi yaa bi dakka...”
“Ooof kalkıyorum ben”
“Bi dakka ya…baksana gemilerin karadan yürüme sahnesi…”
Elim daha çok titriyor. Midemde bir bulantı.. Bir önceki haberi kimse
duymadı da şimdi tüm kahve elinden gelse televizyona girecek,
oyuncularla birlikte gemileri çekecek.
“Başlatma gemilere.. sanki bilmediğin bir şey…”
“Ya sen ne biçim bir adamsın? Koskoca fetih… Koskoca fatih…
İstanbul’u fethetti.”
“Fethetti de bana mı fethetti? Şu anda boğaza nazır bir meyhanede bir
güzelle kadeh mi tokuşturuyorum? Sen kaç kez gittin İstanbul’a?”
Ne filmin ne Fatih’in ne de İstanbul’un bir suçu yoktu kuşkusuz...
Sadece bir zaman-konum kazası.. bir gerçek, gitti bir masala çarptı
ve ben yara almışım.
Ama insanlar bir başkasının iç yaralarını göremezdi ki.
“Sen manyak mısın?” diyemedi de,
“Sen normal değilsin” dedi.
Bir yerden patlamam gerekti yoksa patlayacaktım ya,
“İnanmıyorum ben” diye patladım.”O tarih filmi diye yapılan zırvaların
hiçbirine.. Hepsi uydurma.. Gerçeği çarpıtan şeyler..”
Aslında samimi duygularımdı ama bunu söylemenin ne yeri ne zamanıydı,
üstelik bu kadar hassas bir film üzerine.. Günümüzde olduğu
söylenenlerin gerçekliğine bile inanmıyordum ki, geçmişle ilgili
anlatılan masallara inanayım.
Ne alakaysa, sanırım son zamanlardaki tartışmaların etkisiyle olacak,
“Ben Fatih’i seviyorum” dedi
Yüzüne baktım.
“İyi… Ne mutlu sana” dedim. “Oysa ben ne sevecek ne de nefret edecek
kadar tanımıyorum onu”
“Sen vatan hainisin” demesin mi?
Buyur buradan yak! Tutuldum kaldım. Bu cümlede tartışmanın gidişatına
uygun olmayan öyle bir mantıksızlık vardı ki, sanırım devrelerim
karıştı da ne cevap vereceğimi bilemedim.
“Niyeymiş?” diye soracaktım ama ne yalan söyleyeyim daha mantıksız ve
mesnedi olmayan bir sözle karşılaşacağımı düşünerek bir şey söylemekten
korktum. Filmlere yakışır cakalı bir söz edip masadan kalktım.
“Eğer tarihi filmlerin gerçeği çarpıttığını söylemek vatan hainliğiyse
ben vatan hainiyim.”
Hani birinin ceketimden çekip, “otur ya ne bu saçmalık!” demesini
bekler miydim? Tartışmamız süresince, hiç kimsenin sesinin çıkmaması
tuhaftı doğrusu.. Eski zamanlarda olsa, tartışmaya birkaç kişi katılır
insanlar taraflarda rengini belli ederdi. Böyle saçma şeylerden
tartışma çıkmazdı ya her neyse.. Herkes öyle seyrediyor, sinsi...
Seyretmeye ve renksizleşmeye alıştık. Şimdi her şey neyse ne de, oğlum
yaşındaki züppe, arkamdan,
"İyi biz de ağız tadıyla bir ellibir oynarız artık” dedi ya, işte bu
kolumun dikişini kötü sızlattı.

Şu hale bak! Kaç kez diyorum ki, şu yemekleri bu kadar yağlı yapma.. Öleyim
istiyor biliyorum. “İnsanı hastalık değil kimsesizlik öldürür oğluum” derdi
annem.. Ölemiyorum anne. Kız salak Esin, oğlan akıllıydı. Kız salak da iyi
torunu görmüyorsun. Kötü büyüyor bildiğin gibi değil… Söz geçiremiyorum.
Geçenlerde “Seyrettirmeyin şu dizileri şu çocuğa ruh hastası olacak.” dedim.
Kız aynen sen gibi “Aman baba paranoyaklığın depreşti gene” demesin mi?
Beş günde bir yemek yapıp dolaba koyuyor ya, dilini pabuç yapma hakkını bu
veriyor ona zahar! Bir de çamaşırları asıp topluyor ayda bir hepsi bu.
İşlerimin hepsini ben yapıyorum Esin. Şu bulaşık makinesini icat edenlerden
Allah razı olsun.
En tehlikeli şey diziler diyorum da kimse bana inanmıyor. Kız çocuklarını
sistemli bir şekilde maymunlaştırıyorlar. Herkes uyuyor Esin, herkes uyuyor.
Kız da bana senin dediğin gibi paranoyak diyor. Hani demiştim, -sanki
görünmez bir el benim işe girmemi engelliyor. Beni takip ediyorlar, hangi
şehre gitsem peşimden geliyorlar.- Sen de -paranoyaklığın tuttu gene-
demiştin ya! Gizli belgesi çıktı Esin. Genelkurmaydan İçişleri Bakanlığına
gönderilen bir belgede,-komünistlere iş vermeyin, hademelik bile olsa
vermeyin- diyor...Yaa! Oysa daha hapisliğimin birinci haftasında ne
komünistlik bırakmışlardı ben de ne de başka bir şey, ama bazı sendikalara
üye oldun mu, komünistliği de otomatikman üstüne veriyorlardı. Bir kafeye
gidersin, tost istersin, yanında bir da ayran var, şirketten… promosyon…
çoğumuzun komünistliği de bu ayran gibiydi işte! Bir baba için işsizlik
ölümden beterdir be Esin! Ama gene de Yatağan’a gitmemeliydik.
“Çaresizlik insanı salak eder oğlum” derdi annem.
Şu torundan orospu bile olmaz ben sana söyliyim. Hani orospuluk da bir
hüner işidir. “otur, oyna, yat kalk yemek yap, yürü, sus, konuş,
bacağını kaldır” biçiminde komutlar alan bir sirk maymunu olur bundan.
Söz de dinlemiyor hani,
epeyi de bir dayak yer. Arkadaşıyla konuşuyor “Yerim ben o Kıvancııııı”
diye bağırıyor. Daha oniki yaşında. Kıvanç dediği babası yaşında bir
aktör.
Film koleksiyonu için. “Baba bunlar ne ya! Atalım gitsin bu koca kutuyu
senelerdir sağa sola taşıdın durdun” dedi, kız; torun ne dese beğenirsin!?
“Sakın anne! İlerde antika olacak, satıp çok para kazanacaz”
Hani merak edip seyretmeyi bile düşünmüyor. Yahudi simsarlar gibi hesap
yapıyor daha bu yaşta!
“O kutu bu ailenin onuru kızım” diyecektim vazgeçtim. Anlamazlar. Entelektüel
bir kızım olsun diye mucizeyle yarattığım boş zamanlarımda, o filmleri
gösterip anlamasını beklemiştim ya! Her birini daha başında yarım bırakmış,
yalan rüzgarını seyretmeye koşmuş, ben sana kızmış durmuştum.
Atacağım anasını satayım filmleri de atacağım. Bir şey anlaşılmıyorsa değeri de
yok nasılsa. Sanatçı arkadaşlarım olacak, geniş salonlarda elimizde viski
kadehleri.. seyredip, bir Viskonti filmi üzerinde tartışacağız diye düşlemiştim
hep. Ne sanatçı arkadaş edinecek zamanım, ne de onlarla birlikte oturacağım
geniş bir salonum oldu. Sana kızdım durdum.
Tuhaf kadındın be Esin! Gece tam yatarız, yorgunum uykusuzum.
”Uuu çiçekleri sulamadım” der doğrulurdun.
“Ya boş ver, yarın sularsın” derdim.
“Yok olmaz” der kalkar üzerine sabahlığını giyer ışıkları yakar bütün ev
halkının uykusunun içine ederdin.
“uuu yemeği dolaba koymayı unuttum”
“Bırak kalsın”
“ekşir”
“uuu çöpü dışarı koymayı unuttuk”
“Yattık artık yarın..”
“kokar”
“kapaklı çöp kutusu ne kokacak?
“İçi kokar”
“Uuu ekmek sepetinin kapağını açık bırakmışsın”
“Nolur yani!?”
“Kurur”
Ayrıntılara kafayı takmıştın. Biliyor musun ben o uuu lardan çok korkardım.
Kız da senin gibi uuuu luyor. Kız salak. Oğlan akıllıydı Esin; bence bu
yüzden öldü. Onu çok özlüyorum, ama seni…
Sadece paranoyak dese neyse, “hastasın sen” diyor kız bana.
“Bari şu haberleri adam gibi ciddi TV lerden seyret hiç olmazsa.. ne böyle..
reality şov gibi haber veren kanalları izliyorsun” diyor ukala dümbük!
Kendime “sakin ol” diyerek gerekçemi söyledim,
“kızım ben haberleri, haber olarak seyretmiyorum ki, bilimkurgu olarak
seyrediyorum.”
Anlamadı tabi. Öyle bakıyor suratıma.
“O ciddi dediğin kanallar, yalanları çok daha zekice kurgulayıp yutturuyorlar,
öyle ki bilimkurgu seyrettiğini unutturuyorlar insana” diye devam ettim.
Suratı bi aptallaştı ki,
“Annem sana nasıl katlandı anlamıyorum.” dedi, kinayeli devam etti.
“Katlanamadı ya…Şu hale bak kaç kanaldan defalarca aynı haberi izliyorsun.
Beş işçi gölde boğulmuş. İnsanların acılarından zevk mi alıyorsun?”
Ses çıkarmadım, yürüdü televizyon ekranına vurarak,
“Baba bu gerçek., gerçeeeekk…bu adamlar öldü. Sen ne biçim bir insansın?”
dedi.
“Gerçek değil o, sadece bir sonuç” dedim
Gene çenesi sarktı işte. Gözleri matlaştı. Ondaki bu aptal surata dayanamıyorum.
Ama o da filozof babasına dayanamıyor.
Sarkık çenesine baktım bir süre,
“Gerçeğin sürekliliği vardır” dedim ve bu haberlerin benim içimi niçin
acıtmadığını ifade etmeye çalıştım. Üstelik “Bak kızım!” diye başlayarak,
“Bu görünenler.. kazalar.. olaylar falan… sadece sonuçlardır. gerçek Bir süreç
içinde bir çok olayın ve durumun peş peşe sıralanmasından oluşur. Sonuç ise,
gerçeğin öldüğü noktadır. At üstüne topağı gitsin. İşte bu haber şu anda
bunu yapıyor. Şu beş işçi… Öldü öyle mi?
Şimdi bir, altlarındaki araç uygun muydu? İki, niye akşamüzeri, hava kararırken
göle açıldılar, üç, onları bu saatte mühendis mi gönderdi? Dört suyun ortasında
niye elektrik direkleri var? Beş, gölette buz kitleri olduğu bilinmiyor muydu?
Altı, acaba hakikaten oraya tamire mi gidiyorlardı? Yedi, belki de suda başka
bir şeye çarptılar. Sekiz, giderken bir yandan kafayı mı çekiyorlardı?
Ki kınamam, birçok işe kafayı çekmeden katlanamazsın. Dokuz, çok mu yorgundular?
On, Yoksa mühendisin, işçilerden birinin karısıyla gizli bir ilişkisi
vardı da, araçtan ufak bir parça çıkarımı ile bir komplo mu hazırladı?
Ama bu olasılık dışıdır. Çünkü hiçbir mühendis bir işçi karısıyla kaçamak
yapmaz. Münferit bir olay olarak bir mühendis karısı bir işçiyle kaçamak yapar
ama bir mühendis asla bir işçi karısıyla yasak aşk yaşamaz. Bizdeki kast
sistemi Hindistan’dakinden daha keskindir. Onbir, niçin suyun ortasında
saatlerce beklediler? Oniki, helikopter niçin bir türlü havalandırılamadı.
Onüç, bütün o bölgenin elektriği mi kesikti? Ondört niçin hiçbir kurtarma
birimine haber verilemedi. Onbeş, hangi kurumlarda jeneratör var da hangi
kurumlarda jeneratör yok?. Gerçek öcüdür kızım. İnsan, gerçeği görmemek,
üzerini örtbas etmek için elinden geleni yapar… hatta gerçeği, işte böyle
maskara yapıp karşısına geçer seyreder.”
“Baba” dedi.
Sustum.
“Hani kızma ama.. bir doktora görünsen..” dedi sustu.
Beni deli sanıyor. Oysa fikrini savunsa, hatta kavga etsek, bu kadar
üzülmeyeceğim. Fikri yok ki, ezberleri var.
Birden yükseldi tansiyonum. Elimi kaldırıp salladım.
“Çekil… çekil önümden.”
Cansız parmaklar, kukla gibi birbirlerinin üzerine yatıp kalktılar.
Kısa bir an “eldiven eskimiş yenilemeliyim” diye düşündüm. Kendi gerçeğimizi,
en birinci gerçeğimizi gene görmedi her zamanki gibi. Ne zaman beni çileden
çıkarsa, “İşte gerçek” diye boşuna salladım durdum bu cansız eli. insanlar
en çok kendi gerçeklerine mi kördür diyecek kadar filozof değildim ama,
“İnsanlar kendi gerçeğinden bile saklanırken kim gerçeği sana anlatacak?”
diye bağırdım. “Gerçek, bazen isyan eder ortaya çıkmak ister sadece
anlıyor musun?” diye devam ettim ve ayağa kalktım. “Susurluk kazası
gibi mesela… “ diyerek bir iki adım attım. “ama insanlar gerçeğin
üzerini hep yeniden, yine örtmekte mahirdirler.. tarih boyunca böyle
olmuştur salak kızım benim” dedim. “Sonuçları oyalar, boyalar,
şekillendirip bu bozulmuş biçimle gerçeğin üzerini öyle bir örterler ki,
gerçek nefessiz kalıp ölür. Günümüzde gerçeksizlikten başka bir şey yok."

Sustum. Çünkü gözlerinde korku var. Her ona kızdığımda, üzerine yürüyüp
burun buruna gelip gerçekleri haykırdığımda aynı korkuyu her defasında
gördüğümde, “İşte gerçek, işte gerçek” dercesine havada sessiz salladığım
cansız eli, yüzüne birkaç kez çarpıp, “İste gerçek bu” demek istedim.
Kızıma tek bir fiske vurmadım.
Hatırlıyor musun Esin? Sen hamileyken, plastik sert takma kolu, yerine
içi pamukla tıka basa doldurulmuş, deriden bir elin bulunduğu takma kolla
değiştirme nedenim, çocuk incinmesin diyeydi. Hatta el yapılacak eldiveni
ne çok aramıştık. Koyu renk olmasın belki korkar diye. Görmedi ki korksun.
Her yaşında kanıksadığı bir durumdu bu sadece. Benim tek kollu olduğumu
ne zaman fark etti bilmiyorum. Sanırım en başından beri farkındaydı.
Ama eldivenli ele gözü iliştiğinde sanki normal bir ele bakıyormuş
gibi baktı hep. Beş yaşında mıydı? Sanki normal bir şey soruyormuş gibi
“Baba senin koluna nooldu?”diye sorduğunda.
Boğazım düğümlendi.
“İş kazası” dedim. Yutkundum. Başka soru bekledim. Sormadı. “Bana sordu”
demiştin Esin. Doğrudur. Ama normal bir soru sorar gibi sormuştur.
Hayatın karanlık yüzüyle hiç ilgilenmedi. Ne çok istiyordum okumasını.
Hikaye kitapları alırdım ona. “Benim vaktim yok oku ona Esin “ derdim sana.
Bir gün seyrettiği çizgi filmi görmüş korkmuştum.
“Esin bunları seyrettirme çocuğa..”
“Paranoyaklığın depreşti gene”
“Esin şu çocuğun tırnaklarına cila sürme…Boyama kitabını ver pastel kalemler
aldım ne güzel..”
“Koltukları batırıyor.”
“Batırsın.”
“Sanki milyoneriz!”
Her tartışmanın sonunda bu lafı kafama çakardın be Esin.
Annem bir şeyleri sezmişti “Bak oğlum güzel kız tamam da, aklı nasıl?
Akılsız kadın adamı batırır.” demişti.
Ne çok istedim okumasını. Okuldaki başarısızlığını gördükçe ne çok şaşırmıştım.
Benim kızım böyle mi olacaktı? İnsan kafasında bir şeyleri oldurmayı gerçek
sanıyor. Oysa kafamda neyi oldurduysam hiç benzeri olmayan gerçek oldu durdu.
İte kaka liseye geldiğinde “okumuycam ben” diye ağlamaları…bağırışlarım…
Senin hep onun arkasında durmaların… Tuhaf, “Sanki sen okudun mu ki?” diye
bağırmıştı da bir gün, kendi okumamışlığımın nedenini düşünüp yanacağına,
“ne kişiliksiz bir ses tonu var benim kızımın!” diye düşünmüştüm de, yanmıştı
içim.
“Eğer öğrenciyken tutuklanmasam, nedenini bilmediğim bir suçtan iki sene
yatmasam, babam kahrından ölmemiş olsa, hapis sonrası çalışmak zorunda
kalmamış olsaydım, iş yolunda anneni tanımamış ve evlenmemiş olsaydım,
erken gelen sorumluluk kanatlarımı kırmasaydı, diplerde dolaşmasaydım da
kolumu makineye kaptırmamış olsaydım, büyük ihtimal mühendis olacak
annenle evlenmeyecek ve bugün bu anda bu noktada senin şu aptal suratına
bakmıyor, çatlak sesini duymuyor olacaktım” demedim.
“Gerçek bir süreç işidir kızım” sözleri tekrar döküldü ağzımdan. Şimdi koyu
renkli bir eldivenin olduğu elimi, yüzünün önünde evirip çevirdim.
“Artık bu bile gerçek değil, sadece bir sonuç” dedim.
Gözlerinde benim deli olduğuma dair olan inancın, biraz daha arttığını
gösteren bir ifade yakaladım. “Yeter artık!” dedim kendime..
“Korkutma kızını, anlamıyor işte!” Tam bu sırada telefon çaldı. Bir iki
adım geri çekildim. Kurtulmuş gibi yürüyüp, masanın üzerindeki telefonunu
aldı. Kocasına karşı nasıl saygılı… Saygı değil de korku. Dayak korkusu..
Tek fiske vurmadığım kızım, kocasından dayak yiyor. İlgilenmeyip,
tanımaya çalışılmadı mı, hayatın karanlık yüzü, gelip bulurdu insanı işte
böyle! Her şey aklıma gelirdi de kızımın daha onyedisinde alkolik bir
serseriye kaçacağı aklıma gelmezdi. Adamın bir de sevgilisi var Esin.
Nereden mi biliyorum? Paranoyağım ya! Sanırım kızımız biliyor
ama bilmiyor görünüyor. Hatta “yok böyle bir şey” diye kendini
kandırıyordur.
Durumumu düşünebiliyor musun Esin? Çekilir hayat değil. Her şeyin sürekli
kötüye gittiğini görüyor ama hiçbir şey yapamıyorum. İyi ki, torunu
görmüyorsun Esin, Babasının domuzluğuyla, kızımızın salaklığının bileşkesi…
büyüyüp duruyor…
Oo, bir gümbürtüyle çarptı ki kapıyı! Şimdi on onbeş gün gelmez..
Ne yaptım ben? Perişan olacağım. Siz tek kollu bir insanın uzunca bir
süre bütün işlerinin kendisinin yapmasının ne demek olduğunu tahmin
edebilir misiniz?
Tek kollu kahraman(!) O filmler falan olayı dramatize ederek, gerçeği eğip
büküp bozmaktan başka bir işe yaramaz ve insanı gerçeksiz bırakırlar.
Çolaklık, rezil bir şeydir. Yaptığın her hareket için iki kat çaba sarf
etmen gerekir. Kıçını yıkarken bile. Balkonda çamaşır asmak, tabağa hiç
nar tanesi düşürmeden narı yemeye çalışmak gibidir. Çamaşır askısı
kullanırsın kıç kadar evde, dolaşacak yer bulamazsın nefesin daralır.
İş bulabilmek için standardın çok ama çok üzerinde olmak zorundasındır.
Öyle kara kaşın kara gözün için veya acıdığı için kimse iş vermez sana.
Böyle şeyler ancak dizilerde olur. Beden işçiliği yapamazsın. Ama bu
ülkede diplomalı değilsen eğer, beyin işçisi olma hakkın da yoktur. İşte
bu yüzden kaç salak mühendisi sırtımda taşıdım kim bilir!? Kaç teknik
kitap okudum, kaç seminere, kaç kursa katıldım. Kaç ev, kaç iş yeri
değiştirdim. Yatağan’a gitmemiz de işte bu yüzdendi Esin.
“Sevmedim burayı”
“Nooldu gene?”
“Çocuklara bir şey olmasın!”
“Ne olacakmış?”
“Buranın havası zehirliymiş diyorlar”
“Kim diyor”
“Çocuklara bir şey olacak diye korkuyorum”
“Paranoyaklığım sana mı bulaştı Esin!?”
Hayatın boyunca bir kez paranoyak oldun onikiden vurdun be Esin!
Oğlumuz çok akıllıydı Ah! Hani Yatağan’a gitmeden önce, ben işsizdim,
sen kafede garsonluk yapıyordun da çocuklara ben bakıyordum. Hep beraber
rezilliği yaşıyorduk hani… Henüz iki yaşındaydı oğlumuz. Koltukta otururdum,
o da başını ya dizime koyar, ya ayaklarımın üzerinde hoplamaya çalışır, ya da
cansız elimin parmaklarıyla oynardı. İlki kadar ince eleyip sık dokumamıştık
ya, ucunda koyu kahve bir elin bulunduğu bir takma kolum vardı. İşte o elin
parmaklarını eğer büker çekerdi. Ogün bayağı bir çekip duruyordu. Kolu
çıkarmamı istediğini anladım çıkardım. Bunu sana ilk kez anlatıyorum Esin,
hiç kimseye anlatmadım. Dirseğimin biraz altında yumru gibi beyaz kesik kol
başı ortaya çıktı.
Tam derinin birbirine bitiştirilip dikildiği yere dokundu. Daha önce buraya
doktorlar ve benden başka hiç kimse dokunmamıştı. Elini bastırdı. Sağa sola
oynaktı. Deri de kemir üzerinde oynadı. Sinirlenmeye başladı sanki, ben
şaşkınlıkla onu izliyordum. Sonra dikiş yerinden deriyi çekiştirmeye başladı.
“Hıı…Elimi sakladığımı düşünüyor ve onu çıkarmaya çalışıyor.”diye geçirdim
içimden. Sonra durdu. Yüzüme baktı. Ve birden bire “ıııııııııı” diye ağlamaya başladı.
“Korkma oğlum, korkma” diyerek bağrıma bastım. Sustu suratıma baktı. Bir daha
“Iıııı” diye ağlamaya başladı. Başını göğsüme yasladı. Bir şeyi fark ettim.
Korkudan değildi ağlaması… Anlamıştı. İki yaşındaki bir çocuk…
Gerçeği tüm çıplaklığıyla görmüştü. Kendimi hayatımda üç kez kahrolası bir
biçimde zavallı hissetmişimdir. Hapse girdiğimin dördüncü günü..Kolumun
kesildiği günden bir sonraki gün. Bir de o gün. Susmuyordu Esin susmuyordu.
İç çeke çeke ağlıyor, yoruluyor, dinleniyor gene ağlıyordu. Ben de ağlamaya
başladım. Yenilgime ağlıyorduk birlikte… Ben daha çok onun ağlamasına
ağlıyordum. Kesik kollu bir babayla, iki yaşandaki oğlunun, birlikte
geçmiş ve geleceğin acılarını kutsadıkları böyle bir anın anlatımını hangi
film başarabilir?

Toptan ağlamışım demek ki, o gün bugündür, gözümden hiç yaş gelmiyor.
Kız, şimdi on- onbeş gün gelmez… Perişan olacağım… Atacağım, filmleri de…

Nisan 12 Mersin

Bu öykü 25 yaşında, henüz dört aylık evliyken
İş kazasında bir kolunu kaybeden ve
Otuzbeş yıl (fazla uzun) bez ve iplik fabrikalarında çalıştığı için,
Pamuk tozundan oluşan kist nedeniyle ölen
Babama ithaf edilmiştir. M.Ş.

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank