Uyarı ve Armağan (II)
“Müttefikimiz ülkelerle mevzuat birliğimize rağmen asker gönderme ve kabulde neden farklı usuller uyguluyoruz? Yürütme ve yargının uygulamalarında Anayasa'ya, kanunlara ve özellikle hukuk devletinin temel ilkelerine aykırılıklar zaman zaman tersinden bir sıkıyönetim, olağanüstü hal veya kriz yönetimi anlayışıyla mı yaygınlık kazanmaktadır? Devletin kanun hâkimiyetini, kamu düzenini, kamu güvenliğini ve hukuk istikrarını sağlama görevi hangi anayasal yetkiye dayanarak belirsizlik süreçlerine sokulabilmektedir?
Türkiye, Anayasa metninin yargıçlarla yazıldığı tek hukuk devleti, Cumhurbaşkanı statüsünün seçim yerine yasa yorumlarıyla gerçekleştiği tek cumhuriyet olma durumuna nasıl sürüklenmiştir? Bu sorular ve benzerleri birçoğuna katıldığım, bizzat tespit ettiğim ve somut örnekleri çokça yaşanan olaylardan doğmuştur. Sorunları yeni sorunlarla perdelemek, müsaadeli düşmanlıklarla gerilimler, sahicileştirilmiş başarılarla zaferler sahnelemek bazı güçlerin yönetme ve yönlendirme metodu olsa dahi, bizim ülkemizin insanlarının irfanını doyurmamaktadır.
Durum başka türlü olsaydı, güç sahiplerinin gücü arttıkça alkışlamakta gönülsüz, güç sahibine yaklaşanları değersizleştirmekte aceleci davranmazdı.
Milletimiz tarihte hep kendi azim ve kararıyla yol almıştır.
Türk Milleti 93 yıldan beri de huzuru ancak, TBMM'nin devlet idaresinde millet iradesini etkin olarak uygulatabildiği dönemlerde bulmuştur. Kaygı, huzursuzluk ve bunalımlar işlerin TBMM'nin etki, gözetim ve denetimi dışına çıktığı veya öyle algılandığı süreçlerde doğmuştur. Günümüzde TBMM'yi yasa yapma, yasaların uygulamalarını denetleme, halkı bilgilendirme ve halkın taleplerini siyasi alana taşıma konularında sıradanlaştıran kaynağı belirsiz oldubittiler, toplumda karşılığını puslu bir ortam ve yön duygusunu yitirmişlik olarak bulmaktadır.
Ülkemizdeki puslu ortam bir yandan siyasi, sosyal ve etik bunalımı beslerken, diğer yandan marazi ve sapkın bir anlayışla Türk düşmanlığı zemininde buluşanların (ki bunlar herhangi bir milliyete bağlanamazlar, zira milliyetçi her ulusa saygılıdır; hatta kendi ırklarını üstün görme maluliyeti taşıyan ırkçılardan bile değildirler, ırkçılar hiç olmazsa başkalarının direktifiyle değer düşmanlığı yapmazlar) ölçüsüz taleplerle ortaya dökülmesine yol açmaktadır... Yeni Haçlılık'ın kanlı araçları olan EOKA, ASALA ve PKK gibi örgütlerin lobilerine dayananlar adeta kamu yetkileri kullanmaktadırlar.
Türkiye sanki bir savaş kaybetmiş, Türk milleti sanki kayıtsız şartsız teslim olmuş, Türk devleti sanki yeniden kuruluyormuş gibi Anayasa taslaklarının propagandası yapılmaktadır. İkinci Dünya Savaşının kayıtsız şartsız teslim olan mağlupları Almanlar, İtalyanlar ve Japonlar bile bu kadar ahlaksız tekliflere muhatap kılınmadılar. Galipler, yendikleri, hem de insanlık dışı ırkçı uygulamalarla suçladıkları Almanlar'ın, İtalyanlar'ın ve Japonlar'ın Milli adlarını Anayasa'dan çıkarmalarını istemek cüretini göstermediler.
Galip işgalcilerin yazdığı Alman Anayasası Madde:116 vatandaşlığı “Alman Kavmiyeti” bağlantılı olarak hükme bağlamıştır. İtalyan Anayasası Madde: 51/2 “Etnik İtalyanlık”ı bile vatandaşlığa bağlamıştır. “Güneşin Oğlundan” insan kimliğine dönüşen Japon imparatoru Hirohito bile işgalcilerin yazdığı Anayasa'yı 3 Kasım 1946 günü yeni bir Anayasa olarak değil, “Japon İmparatorluk Anayasası'nın DEĞİŞİKLİĞİNİ yayınlıyorum” ibaresiyle yürürlüğe koymuştur. Gerçekleri örtmekte sınır tanımayanlar Osmanlı Devleti'nin yapısı ve kimliği hakkında da tarihi inkâr etmektedirler. Osmanlı Devleti Aliyesi Kadim Asya İmparatorlukları'nın ve Selçuklular'ın devamı olarak milli, merkezi ve üniter bir devlet anlayışını hayata geçirmiştir.
1876 Anayasası'nın Osmanlı kimliğini esas alan hükümleri içindeki 18. Madde'de: “Hidamatı devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmek şarttır” ibaresi yer almaktadır.” (devamı var...)