Üretemeyenler Rekabet Edemez!
İlk çağlardan bu yana insanlar, önce bireysel olarak, daha sonra ise, aile, klan, kabile, aşiret, devlet, vb. gibi, örgütlenmek sureti ile sürekli olarak birbirleri ile rekabet ve çatışma içerisinde olmuşlardır. Rekabet ve çatışma, insanlık tarihi kadar eski kavramlardır.
Çatışmalar, genel kabul görmüş kurallar çerçevesinde sürdürülmekte olan rekabetten memnun olmayan bir (ya da birden çok) tarafın, yürürlükteki rekabet kurallarını aşarak, rakibine yönelik saldırganca tutumla ortaya çıkmaktadır.
Çatışmalarda, sadece kaybeden taraflar değil, kazanan taraflar da çoğu zaman öylesine büyük kayıplara uğrayabilmektedir ki, kazanılan zaferin o toplum için kayda değer anlamı kalmamaktadır. Bu gibi durumları anlatmak için kullanılan “Pyrus Zaferi” deyimi, tam da bunu anlatır. Eski Yunan döneminde, Kral Pyrus’un, Romalılara karşı giriştiği savaşta zafer kazanmış olmasına rağmen, kendisinin de her şeyini kaybetmiş olması nedeniyle söylenen bir sözdür bu.
Bu nedenle, uygarlık ilerledikçe, gerek toplum içi ve gerekse toplumlararası ilişkilerde yürürlüğe konulan kurallar çerçevesinde, kazanmak için rekabete girişen tüm taraflara eşit derecede fırsat tanıyan anlayışlar öne çıkmaktadır.
Başta bilim ve teknoloji olmak üzere, ekonominin çeşitli alanlarında ve sanatta, diğer toplumların ilgisini çekecek ve onlar tarafından talep edilecek cazip üretimleri bulunmayan toplumlara karşı rekabet güçleri zayıf olur. Diğer toplumlara karşı rekabet şansına sahip olabilmek için, onlardan çok daha fazla (Meiji dönemindeki Japonlar gibi) çalışmak ve kalite/fiyat paritesi bakımından (ve oluşan talebe cevap verecek miktarda), diğerlerinden çok daha cazip ürün ve hizmetleri üretmek gerekiyor.
Üretim üstünlüğünü zaman içinde sürekli olarak elde tutabilmenin yolu, yüksek seviyede bilim ve sanat üretiminden geçiyor. Münferit zamanlarda elde edilen üretim üstünlükleri, belki konjonktürel bazı avantajların yakalanmasını sağlayabilir; ancak, bu gibi avantajların sürdürülebilmesi, her durumda, yüksek seviyede bilimsel ve sanatsal üretim yapabilme keyfiyetine bağlıdır.
Çalışmadan ve üretmeden saygınlık olmaz!
20. yüzyılın başlarında, dağılan bir imparatorluğun tebaasından, yepyeni bir devlet ve millet çıkarmaya çalışan Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Yalnız bir tek şeye ihtiyacımız var: Çalışkan olmak!” sözü, bu meseleyi çok iyi özetliyor. Öncelikle bilim, teknoloji ve sanat alanlarında rekabet gücüne sahip olunmadan ise, başta iktisadi ve askeri alanlar olmak üzere, diğer hiçbir alanda, kalıcı ve sürekli rekabet gücüne sahip olunamaz!
Rekabet gücüne sahip olabilmenin ve saygınlığın ana kaynağı “çalışmak ve üretmek”tir. Çalışmayan ve üretmeyen insanların ve toplumların rekabet güçleri ve saygınlıklarının olamayacağı unutulmamalıdır. Saygınlık, çalışmaya ve üretkenliğe bağlı olarak, artan ve azalan temel bir olgudur.
İnsanlar, bireysel olarak, mensubu bulundukları toplumların rekabet güçlerini artırmak için özel gayret göstermektense, güçlü toplumlardan birine katılarak yaşamlarını sürdürmeyi de tercih edebilirler. Ancak, hangi topluma girilirse girilsin, orada “öteki” olmaktan ve sürekli “arka planda” kalmaktan kurtulmanın ve hele hele arzu edilen derecede bir saygınlığa sahip olmanın imkanı yoktur!
Son iki asırlık tarihimize baktığımızda, sözüm ona milli siyasi fikirleri empoze edenlerin; neredeyse hiçbir zaman özgün üretim potansiyelinin geliştirilmesi konusuna gerekli önemi vermediklerini görüyoruz. Milli ideallerin aşılandığı ve milli misyonların yüklendiği gençlere, bilim, sanat, ekonomi, teknoloji, kültür, vb. gibi, herhangi bir (ya da birkaç) üretim alanında “doğal kabiliyetlerinin elverdiği en üst seviyelere çıkmaları” gerektiği anlatılmaz ve benimsetilmez!..
Sadece siyasi ideal sahibi olmak yetmez!
Sadece siyasi ideallerle donatılan gençler ise, ileriki yaşlarında, diğer insanlar için kayda değer herhangi bir üretim yeteneğine sahip olmadan, sadece siyaset yaparak, ülkeyi dünyanın en ileri ülkesi haline getirebileceklerini zannederek ömürlerini geçirirler.
Vaktiyle yüksek idealistler olarak yetiştirilmeye çalışılan gençler arasından, zamanla, “kişisel çıkar peşinde koşmanın çok daha yararlı olduğu” şeklinde anlayış değişikliğine uğrayanlar çıkmaya başlar ve ülkenin hasbel kader sahip olduğu ve zaten son derece kısıtlı olan kaynakları (gerek yağma ederek ve gerekse kötü yönetmek sureti ile) heba eder giderler.
İşin çok daha kötüsü, ülkenin kıt kaynaklarını yağmalayan (ya da israf eden) bu sözüm ona yöneticilere, ciddi anlamda kimse bir şey demez ve onlar da uzun yıllar boyunca siyaset sahnesindeki başlıca aktörler olarak, ülkeye zarar vermeye devam ederler. Bilim ve sanatta (ve dolayısı ile de ekonomi ve dış politikada da) güçlü olan ülkelerde, kamu kaynakları, geri kalmış ülkelere göre çok daha verimli olarak kullanılır. Bunun en önemli nedeni ise, kamu görevlerinin dağıtımında, geri kalmış ülkelerdeki “eş-dost-ahbap çavuş” sisteminin aksine olarak, azami derecede liyakate önem verilebilmesidir.
Yüksek bilim ve sanat üretim kabiliyetleri gelişmemiş olan toplumlarda, zihniyet bakımından da ciddi sorunlar ortaya çıkar. Bu gibi geri kalmış toplumlarda, hiçbir konu (ileri toplumlarda olduğu üzere), ortak akıl ve mantığın süzgecinden geçirilerek tartışılamaz ve ulaşılması gayet mümkün olan en iyi sonuca varılamaz! Toplum içindeki tüm diyaloglarda, kısır polemikler ve laf cambazlıklarına dayalı bir anlayış hakim olur ve hiçbir şekilde entelektüel üretim mümkün olmaz…
Mamafih, bazı devletlerin, sadece savaş yeteneklerini geliştirerek, diğer toplumların üretimlerini yağmalama anlayışına dayalı politikaları benimsedikleri de, tarihte sık görülen bir durumdur aslında. Mesela, 13. yüzyılın ilk yarısında Asya’nın en doğusundan çıkıp, Anadolu içlerine kadar uzanan devasa bir coğrafyayı bir baştan bir başa istila ve yağma eden Moğolların yaptıkları, her bakımdan insanlığa çok pahalıya malolmuştur.
Rekabet, “rakibi yok etmek” demek değildir!
Rakibini yok etme anlayışına dayalı rekabet anlayışı, uzun vadede ilgili tüm taraflar için yıkıcı olmaktadır. Bu nedenle, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında geliştirilen dış politika doktrinleri ile, Birleşmiş Milletler (BM), NATO ve Avrupa Birliği (AB) gibi kuruluşlar marifetiyle, “yıkıcılık etkisi en aza indirgenmiş” bir uluslararası ilişkiler sistemi kurularak, toplumlararası rekabet, şimdilik çok daha verimli ve insani kurallara bağlanmış görünüyor…
Yine aynı dönemde, insan hakları ve demokrasi alanlarında da, tüm dünyada çok daha yaygın politikaların ardı ardına yürürlüğe konulduğu gözleniyor. Bu konuda, özellikle iletişim ve ulaşım teknolojilerinde meydana gelen gelişmelerin, belirgin olarak ivmeyi arttırmakta olduğuna da dikkat çekmek gerekiyor.
Bu açıdan yapılacak bir değerlendirmede, dünyanın en önemli jeo-stratejik toprakları üzerinde kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin, orta ve uzun vadede ne gibi gelişmelerle karşılaşacağını iyi düşünmek ve ona göre hazırlanmak gerekiyor. Türkiye’nin göstereceği herhangi bir zaafiyet, sadece “kendi rekabet şansının zayıflaması” gibi, nispeten sınırlı (lokal) bir etkiye yol açmaz, küresel istikrarı (ve barışı) tehdit eden sonuçlara nerden olur! Bu da, Türkiye’nin (kendisi öyle olmasını istemese dahi), dünya barışı için ne derece önemli ve kritik bir konumda bulunduğunu gösterir.
Dolayısı ile Türkiye’nin geleceğini planlarken, aynı zamanda dünya barışının da bir anlamda güvencesi olacak bir stratejik anlayışa sahip olmak gerektiği ortaya çıkar. Türkiye’nin belki de, dış politikasının temeline yerleştireceği en önemli argümanlardan biri bu olmalıdır.
Bunu için de, Türk halkı dünyadaki her milletten çok daha fazla çalışmak ve her toplumdan çok daha yüksek nitelikte üretim mekanizmalarına sahip olmak zorundadır.
Bu keyfiyetin göz ardı edildiği her çalışma, zamanla anlamını yitirecek ve Türkiye’nin diğer ülkelerin gerisinde kalmasının nedenleri arasında yer alacaktır. İşte bu nedenledir ki, sürekli havanda su döverek ve basit ağız dalaşından öteye gitmeyen polemiklerle bir yere varılamayacağını bir an önce anlamak ve Türkiye’de ona göre bir anlayış değişikliğine gitmek gerekiyor…