Umre Yazı Dizisi (II)
Aşka Doğru Ruhani Bir Yolculuk
Efendimiz, küçük nazlı eşi Hz. Aişe (r.a)'nın dizinde vefat etmiş... Bunu duymak bile kalbime derin çizikler atıyor... Düşünsenize, en büyük aşkınız, kainatın en büyük sevgilisi, Allah'ın kainatı yaratma sebebi, ölüm anı geldiğinde sizin dizinizi seçiyor. Boyut değiştirme vakti geliyor ve O da her canlı gibi bunu birazdan tadacak ve tüm dostları deliye dönmüş, tüm çekilen acıları yeniden yaşamak pahasına vakti, zamanı başa sarmak dileğindeler... Biliyorlar ki, O gittikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Biliyorlar ki giden sevgiliye peşinden gitmeden bir daha kavuşulmayacak... Ne gönüllerine söz geçirebiliyorlar ne gözlerine... Bir yandan da isyan etmekten korkuyorlar.. İsyan ederlerse çünkü diğer boyutta sevgili Rasulleri, dostları, canları, "canım sana feda olsun!" dedikleri cananlarına kavuşamayacaklar... Ona kavuşamamak işkencelerin en ağırı demek çünkü... Bu aşkı anlamak, bu aşka bir akıl uydurmak mümkün mü?
"Beni öldüğüm yere defnedin" diyor Efendimiz... Bu arada "Efendim" kelimesinin tarifi imkansız sıcaklıkta, samimiyette, içinde büyük bir aşk ve saygı barındıran bir kelime olduğunu burada keşfettim. Efendi-köle gibi bir durum asla insanın kalbine düşmüyor, aklına ise hiç!
Hz. Aişe'nin odasında vefat ettiği için orada defnediliyor... Bu arada Efendimizin bir odası yok! Eşlerinin odaları var... ve o odalar "başımız tavana değerdi" dedirtecek kadar alçak yapılmış... Hz. Aişe'den rivayetle söylenen "aylarca, bacamız tütmezdi" sözü de çok ilginç. Sadece zemzem/su ve hurma! Bazen o nazlı kadın sitem edermiş de Peygamberimiz üzülürmüş ve eğer böyle mutsuz hissediyorsa, Efendimizi bırakıp gidebileceğini söylermiş... ama sonra da eklermiş böylesinin onların dünyası ve ahireti için daha hayırlı olduğunu...
Hangi kadın dünyanın cazibesine aldanıp, Efendisini bırakıp gitmeye razı olurdu ki? Hiçbiri!
Üç gece burada kaldık... İkinci gece kendimi tanıtacaktım Allah Rasulüne, sevgili Peygamberime.. Sürekli prova yapıp duruyordum.. Elimdeki kitapta hitap şekilleri, selam cümleleri vardı.. Dilim, doğru düzgün hiçbirine dönmüyordu... İçimden geldiği gibi seslenmek istiyordum, kalbimden, ruhumdan çıkan kelimelerle seslenmek istiyordum. Ama ya içimden birşey gelmezse, diye de korkuyordum... Oysa o tüm ümmeti için "Ümmetim! Ümmetim! Ümmetim! diye yanıyordu... Benim de onun için yanmam gerekiyordu. Ama bize nasıl yanılacağı öğretilmemişti sanırım...
Bize, aşk ifadeleri içermeyen ilmihal bilgileri verilmişti sadece... Onun ne kadar hassas bir eş, ne kadar güzel bir dost, harkulâde bir baba ve büyükbaba olduğu belki de tam olarak anlatılmamıştı; matbaa harfleri arasından sıkışıp kalmıştı bu duygular..
Dilhan Mekke sokaklarında babasının omuzlarında yürürken en çok da bunu düşündüm.. Daha belki de birkaç yıl önce ve belki de o dönem içinde halen kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir kültürün içinden çıkan o büyük insan, kızlarını omuzlarının üzerinde taşıma cesareti gösterebiliyordu... Bunun ne demek olduğunu hissediyorum şimdi... Ama önceden anlamı zayıf kalıyordu...
Ben Kabe'de namaz kılarken Dilhan'ın her sırtıma çıkışında, omuzlarıma her oturuşunda, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in Efendimizin omuzlarına çıkışını hatırlıyordum... Onlar inmeden secdeden kalkmıyordu, onlara bir zarar gelmesin, diye... Oysa ki Mekke'de o mübarek omuzlara namaz kılarken amcasının hanımı yani yengesi deva işgembesi döküyor ve o büyük insan, yüce ruh "vay sen bana bunu nasıl yaparsın! deyip, diklenmiyor, gururuna yenik düşmüyor ve sadece bu insanlar için büyük bir üzüntü duyuyordu.
Büyük inceliklerin, güzelliklerin insanı...Bazen düşünüyorum da galiba tüm güzelliklerin kendisinde toplandığı yegane insan sevgili Peygamberimiz olmalı... ve dualarımda bunu sık sık dile getirdim. Allah'ım sen bizi peygamber Efendimizin ahlâkıyla ahlâklandır... Amin