Umre Yazı Dizisi (1)
Aşk, En Zor Koşullarda Bile Teslim Olmaktır..
Mekke... Sıkıntı yeri... Mekke sert insanların ve sert iklimin yeri... Türkiye saatiyle 08:05 uçağı ile Cidde'ye doğru havalandık... Uçuşlar hâlâ korkutur beni... Gökyüzüne çıkana kadar bildiğim tüm duaları okurken içimdeki zıtlıklar beni rahat bırakmaz; illâ ki aşağı bakarım... Üç buçuk saat süren hava yolculuğumuzdan sonra Mekke yolundaki otobüs yolculuğumuzun ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum.
Otele yerleştik.. Otel dokuzyüz (900) metre uzaklıkta Kâbe'ye... Yürüme mesafesi onbeş yirmi dakika ama yol meşakkatli... Her yer inşaat, her yer toz duman! Bazı yollar çamur! Her sabah Kâbenin o kendine has ezanı ile uyanıyorsunuz... Dilhan uyuduğu için ben sabah namazını otel odasında kılıyorum... Sabah olmuş ama uyudum mu, tüm gece işkence mi gördüm, duygularım harap... (işkence kelimesi Efendimizin ve sahabenin çektiği işkenceye atıfta bulunmak için seçilmiştir) Sıcak ve gürültü tüm geceyi kuşatıyor... Klimanın çalışması bir alem, çalışmaması bir perişanlık...
Sürekli bir imtihan halindesiniz... Norbekov'un, Tibet'te gülümseyerek su taşıyan insanları anlatışı aklıma geldi... Kovalara doldurduğunuz suyu metrelerce rampadan yukarı doğru çıkartıyorsunuz ve gülümsemezseniz kaybediyorsunuz... Hoop yeniden aşağı, suyu yeniden doldurup, gülümseyerek yukarı çıkmak zorundasınız ki nefsiniz terbiye olsun...
"Sabır haci, sabır!" Mekke'de imtihan gömleğiniz ateşten... Kazanmak için sabretmeniz gerekiyor... Bizim sabrımız, efendimizin sabrı yanında bir hiç oysa ki!
Efendimizin doğduğu evin hemen yirmi adım ötesin de Ebu Cehil'in evi.. Sürekli hakarete uğradı, horlandığı, taşlandığı, üzerine kusmuklar, deve işkembeleri atıldığı yıllarca yaşadığı mekânlar...
Bütün bunlardan öncesi daha da enteresan... Tüm Yahudi'lerin ve Hıristiyanların bildiği özellikleri doğduğunuzdan beri üzerinizde taşıyorsunuz... Doğduğunuzdan beri muziceler önünüzde veya arkadanızda... ve bir gün saatlerce inzivaya çekilip, düşüncelere daldığınız mağarada bir ses size "Oku Yaradan Rabbinin adıyla Oku!" diyor.
-Aman "Tanrım!" aklımı kaybetmiş olmalıyım! Bu kadar düşünce, tefekkür bana aklımı kaybettirmiş olmalı! Yoksa iyi saatte olsunlara mı karıştım!
O ses, size peygamber olduğunuzu söylüyor..
-Hey yüce Tanrım! Buna önce kendim inanmalıyım ki başkalarına da anlatayım... Başkalarını inandırmak gibi bir gayem yok olsa da, bunun rahatlığı bana verilmiş olsa da bunu onlara nasıl anlatacağım! Ben çıldırmış olmalıyım.. İçime cin kaçmış olmalı!
Belki de bu korkuyla hızlı hızlı evine gelmiş ve biricik eşine, ona ilk inanan Hz. Hatice'den (r.a) tireyerek üstünü örtmesini istemiştir... Belki örtünün altında, karanlıkta herşey aydınlanacaktır...
Oysa ki o gönül ve cefa kadını, o hayat ve dava dostu Hz. Hatice, belki de peygamber efendimiz bile kendi peygamberliğine henüz inanamamışken, O'ndaki tüm peygamberlik emarelerini görüp, Yüksek Hıristiyan alimi amcasının oğlu Varaka'ya beklenilen nebinin (efendimizde gördüğü) tüm özelliklerini teyit ve tasdik ettirmiş akabinde efendimize bizzat kendisi evlenme teklifi etmiş ve o büyük günün gelmesini sabırla beklemişti... O, beklediği büyük aşkı için yaşayacağı tüm cefalara, tüm servetini kaybetmeye baştan razı olmuştu ve nitekim Mekke'nin en zengin kadınının üzerinde vefat etti zaman sadece eksi ama temiz kıyafetinden başka bir eşyası yokmuş. Efendimiz de Yüce Allah'tan sonra tüm sevgisini ve sadakatini sevgili ve biricik eşi Hz. Hatice'ye vakfetmiş onu bir eş, bir dost, bir yoldaş olarak ölünceye dek ve hatta öldükten sonra bile kalbinin en ulvi köşesine yerleştirmişti.. Bu öyle büyük bir aşktı ki yıllar sonra bile Hz. Ayşe'yi kıskandırabiliyordu. Sevgili Peygamberimiz o dönemde çokça yaygın olmasına rağmen Hz. Hatice ile evli olduğu ve onun vefatına kadar geçen dönemde başka bir kadınla kat'i sürette evlenmemişti...
Mekkeliler, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine inanmıyorlardı ama yine de herkes her şeyini ona emanet ediyordu. Emanetler sabah dağıtılacaktı sahiplerine fakat, artık yaşanmaz hâlâ gelen Mekke'yi terk etme zamanı gelmişti... Peygamberimiz emanetlerin sabah dağıtılması için amcasının oğlu Hz. Ali'yi (Hz. Muhammed'e (s.a.v) inanan ilk çocuk), evine çağırdı ve ona yatağını verdi. Mekkelilerin emanetlerini, hicret ettikten sonra onun yerine Hz. Ali'nin vermesini planlarken, Mekkeliler onu o gece öldürmeyi planlıyorlardı... Böylesine inceliklerle dolu yüce bir ruh!
Hicret... Yolda konuşuyoruz... Ensar olmak mı yoksa Muhacir olmak mı daha zor...
Muhacir, hicret edenler.. O zamanın muhacirlik durumunu biraz irdeleyelim... Günler haftalar süren, kimi zaman yaya kimi zaman deve üstünde, kimi zaman çöl fırtınasında göz gözü görmeyen kısa mesafelerde kendini kaybederek gitme, açlık, susuzluk, yol boyunca çıkabilecek sıkıntılar, belki tartışmalar, belki inanç kaybı.. bütün bu sıkıntıların varlığı içinde yanına fazlaca bir şey alamama ve hatta tüm servetini birikimini arkada bırakarak hiç bilmediğin bir başka hayata doğru yürümek, yürümek, yürümek...
Ensar; evini, bağrını, dünya ahiret dost olarak kabul edeceği kişiye açmak.... Şimdilerde bunu düşünmek ne kadar da zor... Oysa ki bizler ihtiyaçlarımızı aşan malımızı, servetimizi ve hatta vaktimizi bile başkaları ile paylaşmakta ne büyük zorluk çekiyoruz... Böyle olmasaydı dünyanın önemli bir bölümü açlık sınırında yaşıyor olmazdı...
Öyle ki bazı ensar, kensine kardeş dediği kişiye, eğer muhacir dilerse, eşinden vazgeçebileceğini bile teklif etmiş. Böyle bir şey gerçekleşmemiş ama kardeşini bağrına basma taahhüdünü bu çılgınlığa kadar götüren olmuş.
Bizim Mekke'den Medine'ye hicretimiz nasıl mıydı? Aslına bakarsanız konfor içindeydi fakat sinir bozuduydu en ufak meselelerde bile bir kıvılcıma dünyayı yakacak yüzsüzlükteydi. Yok klima neden kapatıldı, yok neden açıldı... Oturmaktan ayaklarım ağrıdı. Bir yerde dursak da Mekke'de satılmayan sigaradan belki buluruz ümidi ile bir başka yerden alsak edepsizliğindeydi...
***
Uzun süren Medine yıllarından sonra belki Mekkeliler'in hırsı, gözü dönmüşlüğü yatışmıştır ümidi ile Efendimiz bir grupla hac için Mekke'ye gitmeye karar verir... Kâbe'nin tavafı ta Hz . İbrahim'den bu yana vardır. Ama şekil değiştirmiştir. Hz. Peygamberimiz ile aslına rücû etmiştir yeniden... Biz de Efendimiz gibi yeniden Mekke'ye dönmek için yola çıkıyoruz. Peygamber efendimizin devesi, Hudeybiye'de durur... bir adım öteye gitmez... Allah Rasulü: "Fili durduran, deveyi de durdurmuştur." der... Burada tarihi bir olaya gönderme yapmıştır... Ebrehe, filleriyle Mekke'ye saldırmaya hazırlanmıştır... O zaman orduda fil olması şimdinin meydan savaşlarında en ağır silahlara sahip olunmasıyla eş değerdir... Yolda Abdülmüttalip (Peygamberimizin dedisi)'nin develerini de gasp etmiştir... Abdülmuttalip de yüzlerce yıldır Kabenin bakımını üstlenen Kureys kabilesinin en önde geleni ve kabe anahtarı kendisinde... Mekkeli'ler Abdülmuttalip'ten yardım istiyorlar. O da Ebrehe'ye gidiyor... Ebrehe durumdan son derece memnun... Abdülmuttalip, develerini isteyince şaşırıyor! Nasıl olurda develerini istersin, Kabe'ye saldırmamam konusunda yalvarmak yerine? diyor. Abdülmuttalip o meşhur sözü söylüyor: 'Ben develerin sahibiyim. Kâbe'nin de sahibi var, O onu korur.' diyor...
Ebrehe kabeye doğru yola çıkarken, en önde giden fil bir yerde iki ayağı üzerin yığılıyor... ve diğer fillerde kaçışıyorlar...
İşte Kabe'ye giderken efendimizin devesi de Hudeybiye'de çöküp kalıyor... Ecdadımız Efendimizin çadırını kurduğu yere bir mecsid yaptırmış... Şu anki hali içler acısı! İnsan neye ağlayacağına şaşırıyor doğrusu...
Mekkelilerle Efendimiz (Müslümanlar) arasında yapılan anlaşma tüm İslam ve insanlık alemine örnek teşkil edecek bir anlaşma... Anlaşma öncesi, sonsarı yaşanan toplumsal inişler ve çıkışlar başlı başına tez konusu... Beni en çok etkileyen iki durumu paylaşmak istiyorum. Birincisi anlaşma Müslümanlar için çok ağır şartlar taşımakla ve Medine'den hac için gelen kişilerin hiç hoşlarına gitmemekle birlikte Yüce ruhlu peygamber efendimiz tarafından kabul edilmiştir. Anlaşmanın altına Allah'ın Rasulü Muhammed ibaresi karşı taraf tarafından kabul edilmemiş, silinmesi istenmiştir... Zaten O'nu peygamber olarak kabul edilmemesidir ya tüm mesele.. Dolayısıyla onca ağır maddenin Efendimiz tarafından kabul edilmesine rağmen eğer bu ibare silinmez ise anlaşma yapılmayacaktır... Efendimizin en büyük gayreti, tek bir insanın kanı akmadan Mekkeye girmek ve hacını tamamlamak olduğu için Hz. Ali'den silmesini ister. Fakat, heyhat! Hz. Ali'nin parmakları bu ibarenin silinmesi yönünde çalışmaz... "Yapamam, ya Rasul Allah!" der ve efendimiz o mübarek parmakları ile kendi peygamberliğinin yazdığı yazıyı, kendisi siler... Yeter ki barış olsun, yeter ki hiçbir kan dökülmesin...
İkinci olay ise, anlaşma imzalandıktan sonra geri dönüş vaktinde yaşanıyor... Efendimiz arkadaşlarına beraberlerinde getirdikleri kurbanları burada kesmelerini ve tıraş olmalarını söyler... Bunu bir peygamber söyler ama kimse yerine getirmek istemez... Onlar öylesine inanmışlardır ki mekke'ye gideceklerine.. Hala belki de bir umut beklemektedirler ve anlaşmadan hiç hoşnut değildir... Canım efendim, sahabelerin bu tutumlarına öyle içerler ki mahsunlaşır... Eşi Ümmü Seleme: "Ey Allah'ın Nebisi! Sen bu emri yerine getirmek istiyorsan şimdi dışarı çık, kimseyle bir kelime konuşmadan kurbanlığını kes ve başını tıraş ettir" dedi.
Eşi ile istişare eden efendimiz rahatlar ve eşinin söylediklerini yapar! Ve nitekim efendimizi gören arkadaşları da birer birer kurbanlarını kesip, tıraşlarını olurlar...
O günün şartlarında kadının, bir taş kadar kıymeti olmadığı bir dönemde eşinin tavsiyesine kim uyar?
Aşk, en zor koşullarda bile teslim olmaktır...
Hac; Hz. Muhammmed ahlakıyla ahlaklanmak için vahye dayalı (Kabe'de) yapılan dinsel ibadete hac denir.
Vahiy şartları dışında (Kabe'ye gidilip) bu toprakların gezilip görülüp ziyaret edilmesine de umre denilir.
Gerçek anlamını yerine getirmek için Hac'a gidip gelenlere selam olsun.
Mart 13th, 2011 at 11:49Aşk, Aklı bertaraf eden aşırı duygu selidir. Ancak burada aşk, sadece teslim olmak değil, buradaki ilahi hikmete, sırra akıl erdirmektir. Akıl erdirmeyenin hiç bir şeyi makbul değildir.
Mart 13th, 2011 at 11:54Sayın Cahit bey,
Okuyucuyu bilgilendirmek açısından Hac ve Umre arasındaki farkı yazdığınız için teşekkür ederim.
İkinci yorumunuz içinde gerçekten teşekkür etmek istiyorum. Aşki besleyen şeydir akıl erdiler hikmetler.
Saygılarımla,
Mart 13th, 2011 at 19:39