Uludere’de Ne Yapmak İstediler?
Öncelikle kasıtlı olarak yanlış anlamaya müsait olanlar için ifade ediyorum ki Roboski asla mazur görülecek bir acı değildir. Asla unutulacak bir acı değildir ve asla örtbas edilecek, örtbas edilmesine izin verilecek bir olay ve katliam değildir.
Yazımız olayın maksadı ve seyriyle alakalı olduğu için yazı daha ziyade ‘derin güçlerin’ deşifresine yöneliktir.)
Türkiye Cumhuriyeti Devletinden daha köklü yapı(lanma)sı olan derin devlet, Kasım 2002 seçimleriyle Ak Parti iktidara geldikten sonra mevzilerini bir bir kaybetmeye başladı. Mevzi kayıplarının geçici olduğunu düşünürken olaylar onların beklentilerinin tersi istikametinde seyretti.
Derin devlet uzun mücadelelerden sonra hükümetin ellerinden aldığı mevzileri tamamen kaybettiğini görünce farklı unsurlarla var olan işbirliğini en tehlikeli düzeye taşıdı. Hızla tükendiğini gören derin devlet, silahlı sol örgütler ve PKK ile mevzilerini geri almaya çalışmayı önceledi. Bunun için elan dahi derin devlet/ETÖ bütün gücünü seferber edip hükümeti “TSK’nın PKK ile mücadelesi üzerinden” kontrol altına almaya çalışıyor.
Daha önce Hantepe ve Göktepe üzerinden mesaj verip istediği sonucu alamayan derin devlet daha planlı ve hepimizi ağır yaralayan Uludere katliamı üzerinden istediğini elde etmeye çalıştı.
28 Aralık akşam saatlerinde Uludere’den Irak Kürdistan’ına gidip oradan geçimlerini sağlayacak çay, sigara, mazot getiren 38 köylü saat 21.40 civarında Uludere-Roboski yakınlarında (sınırın hemen öbür tarafında) “PKK’lı diye” uçaklarımız tarafından bombalanıyor ve çoğu 13-20 yaş arasındaki 34 köylü feci şekilde hayatını kaybediyor.
Derin devletin yaptıkları bununla kalsa anlaşılır tarafı bulunurdu.
Ama mesela;
1993 Mayıs’ında Bingöl Elazığ karayolunda silahsız 33 askerin “PKK tarafından” pusuya düşürülerek katledilmesini anlamak için önce derin devleti tanımamız gerek. Bir başka yazımda da sormuştum; “sevkiyattaki askerlerin pusuya düşürüleceği istihbaratı alınmasına rağmen bu askerler neden korumasız yola çıkarıldılar? Alınan istihbarat doğrulandığı halde neden?”
O tarihte -derin devletin karşı çıkmasına rağmen- PKK ateşkes kararı almış ne varki bu kararın alınmasında gayreti olan T. Özal şüpheli bir şekilde aniden ölmüştü. Kirli savaşın sürdürülmesini isteyen derin devlet ve derin PKK anlaşmalı bir şekilde 33 eri vur/dura/arak süreci sabote ettiler. Ama derin devlet devleti, hükümeti öyle teslim almıştı ki kimse “neden” diyemedi.
1993 ve sonrasında gelen hükümetler Bingöl baskınını soruşturmaya cesaret edememişlerdi. Uludere'yi aydınlatmak için ise hem Şırnak savcılığı, hem de Diyarbakır Özel Yetkili Mahkemesi soruşturma yürütüyor. Belki de en önemlisi Meclis'te oluşturulan Uludere Komisyonunun çalışmalarıdır.
İşte bu süreçte,
Uludere katliamıyla ilgili kamuoyuyla paylaşıl(a)mayan bilgi ve belgelerin gölgesinde spekülatif ve manipülatif amaçlı transoceanic haberlere kilitlenmişiz.
Amerika’nın özellikle son 1 yıldır Yahudi lobisine yakın gazetesi WSJ (sahibi Rupert Murdoch olan WSJ'ın, Cumhuriyetçi Parti'ye, dolayısıyla İsrail lobisine yakın olduğu biliniyor) Uludere katliamının istihbaratını ABD’nin verdiğini iddia etti. Tabi, WSJ bu iddiayı durup dururken ve asparagas bir haber olarak piyasaya sürmedi. Kısmen doğru olan bir yönüyle de haber içerde OBAMA’yı, dışarıda da başbakan Erdoğan’ı zor durumda bırakmaya yönelikti. Tıpkı Suriye tarafından düşürülen uçağımızla ilgili haberleri gibi bu haber de büyük oranda düzmece.
Ancak, bu katliamla ilgili söylenecek en öz cümle “katliamı planlayanların derslerine çok iyi çalıştıkları” tespitidir.
Bu katliamı planlayanların uzun bir fizibilite dönemi geçirdikleri net bir şekilde anlaşılıyor. Kimin emekliliğini isteyeceği, kimin o tarihte izne ayrılacağı, hangi sürgün subayın oraya tayin edileceği, valiye ve yerel askeri birliklere haberin verilip verilmeyeceği çok ince hesaplanmış gibi. Ve bir de sayın başbakanın ameliyatı…
Uludere katliamıyla İsrail ve destekledikleri bizdeki derinlerin hükümete “ölmedim ayaktayım, benimle iyi geçinmek ve anlaşmak zorundasın” mesajını verdiğini Türkiye’nin son on yılını doğru okuyanların pekâlâ bildiği bir şeydir. Biz çok özet olarak açıklayalım:
Derin devletin darbecileri tutuklandı, ETÖ’nün operasyonel gücü kırıldı ve dış bağlantıları ciddi hasar gördü. 12 Eylül 2010’daki Anayasa referandumuyla yargı vesayeti sona erdi. MİT arşivlerini açacağını ilan etti ve askeri istihbarat MİT’e devredildi. Keza CHP güçsüzleşti, halk hükümeti % 50 ile iktidara getirince nefessiz kaldılar. Yeni anayasa derin devlet için tamamen bitmek demekti. Tek umudu ordudaydı. Zira hala TSK içinde kendilerini kollayan bir gücün var olduğunu düşünüyorlardı ki 28 Temmuz 2011 olayı yaşandı.
28 Temmuz 2011’de askeri vesayetin sona ermesinden sonra hükümet, Genelkurmay ve MİT uyumu “birilerini” yani derin devleti çok derinden rahatsız etti ve bu “birileri” Uludere ile sayın başbakanı, MİT Müsteşarını, Genelkurmay başkanını birbirine düşürmek istedi. Önemli bir hedefleri buydu.
13 Eylül 2011’de MİT-KCK görüşmelerini içeren kasetlerin internet ortamına servis edilmesi de bu amaca hizmet ediyordu. Göktepe baskını keza öyle. Bu olaylarla mesafe aldığını düşünen “derinlikler” Uludere katliamıyla “MİT’in askere istihbarat verdiği” iddialarını dillendirerek hedeflerine varma yolunda önemli bir adım atacaklardı. Aslında ben MİT diyorsam siz Hakan Fidan anlayın. Çünkü onların derdi en başta MİT değil Hakan Fidan’dı.
Gelelim faciaya;
Facianın yaşandığı bölge köylülerin kaçağa gittikleri güzergâhtı ve bu yolun köylülerin sınır ticareti/kaçakçıların yolu olduğunu hem yerel askeri birlikler hem de Ankara çok iyi biliyordu. O gün heronlarla saatlerce takip edilen köylülerin sınırı geçtikleri net bir şekilde görülüyor.
Kaldı ki,
Operasyon için emri verenlerin görüntülerde sınırı geçen unsurların PKK’li olduklarına inanmaları gerekiyordu. Ancak “Hem 2. Ordu'da hem de Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'nda görüntüleri izleyen bir grup ısrarla, bu kişilerin kaçakçı olduklarını savunuyor.”
Sivilinden ASELSAN’ına kadar uzman olan olmayan herkes heronların görüntülerini izlerken “gelenlerde silah bulunmamaktadır” kanaatine varıyorlarsa da operasyonun başındakiler dört ayrı ilde aynı anda izlenen görüntülerden gelenlerin silahsız olduklarını dikkatlerden-gözlerden kaçırmışlar! Buna inanmak mümkün değil.
Bu görüntülerden hareketle ‘gelenler PKK’lı’ diye emri verenler bu kadar kalabalık ve alışılmamış yakınlıkta yürüyen PKK’lilerin karda kışta yaylaya çıktıklarını düşünmüş olamazlar. Görüntüleri izleyen herkesin sınıra doğru yaklaşanların “gidişleri de belli olan” Uludereli kaçakçılar olduğunu gördükleri halde o gece saldırı için düğmeye basan yetkililerin görmeyişine ‘normal’ diyen kimse çıkmamıştır. Hem bu köylülerin bu güzergâhta ve bu kalabalıkta kaçağa ilk gidişleri değildi ki. TSK’nın operasyon yapacağı günlerde haftada en az 2 kere bu şekilde kaçağa gidenleri oradaki yerel askeri birlikler “bugün kaçağa çıkmayın, operasyon var” diye uyarıyorlardı. O gün neden bu uyarı yapılmamıştı sorusu cevapsız kalmaktadır.
Sayın başbakan medyanın “Göktepe olayında doçkalı katırları gördüğünüz halde neden vurmadınız” sitemini dile getirdi. Gerçekten de en olmadık yerlerde ve zamanlarda en olmadık operasyonları yapanların o gün doçkalı PKKlıları ”çoban sanarak!” seyirci kalmalarını anlamak çok çok zor. Göktepe baskınında doçkaları gördükleri halde yani sınırı geçmekte olanların PKK’lı olduklarını “bildikleri halde” vurmayanlarla, kaçakçıların PKK’li olmadıklarını bildikleri halde vuranlar aynı kaynaktan talimat almıyorlar ise nedir?
Operasyonda o kadar anormallikler var ki;
Eğer sınır dışında tespit edilen kaçakçıların sınır içine gelmesi beklense operasyon ile ilgili karar yetkisi Kara Kuvvetleri Komutanlığında olacaktı. Ama Uluderelileri ziyaret ettiğimizde o gece bombardımandan sağ kurtulanlar “yerel askeri birliklerin sınırın sıfır noktasının biraz ötesinde kendilerini durdurup sohbet ettiklerini anlattılar”. Ancak bu görüntüleri tespit eden ve izlemeye alan birimler (2. Ordu) kaçakçıların sınırı geçmelerine birkaç dakika kala başında Tuğgeneral Ali Rıza Kuğu'nun bulunduğu ve tartışılan bu “görüntüleri ısrarla,
'dar çerçeve'de tutan” Genelkurmay Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'na müracaat ediyor.
Görüntüleri izleyen ekip sınırın sıfır noktasında yerel askeri güçlerin kaçakçıları durdurduğunu onlarla konuştuklarını görüp görmediği ayrı bir tartışma konusu. Gerçekten de yetkililer bu olan biteni heronlardan göremiyorlar mıydı?
Üstelik,
PKK’nin saldırılarda saklanma konusunda oldukça eğitimli olduğu biliniyor. Bu tür bombardımanlarda saklanmak için koşuşturarak az zayiat vermeye çabaladıkları da biliniyor. O halde bu hava bombardımanında kaçakçıların kaçma, saklanma gibi refleks göstermediklerini görüntüleri izleyen yetkililerin fark etmedikleri inandırıcı olabilir mi? Birinci saldırıda bu durum görüldüğünde az çok askeri bilgiye sahip olan bir komutanın bunların PKK’lı olmadıklarını fark etmesi ve ikinci hava saldırısına izin vermemesi gerekmez miydi?
Bir de ikinci saldırıdan önce “birinci saldırıda sağ kalan kaçakçıların saklanma gereği duymamaları” görüntüleri izleyenleri düşündürmeli değil miydi? Ya 1,5 yılda görev yeri 6 kez değiştirilen Gülyazı Sınır Alay Komutan Vekili Albay Onur Güney'in böyle kritik bir yere atanmasına ne demeli? Albay’ın saldırı esnasında bağlı olduğu Şırnak Valisi'ne doğru bilgi vermediği de biliniyor.
Hâsılı kelam;
İnanıyorum ki bu olay örtbas edilmeyecektir ve inanıyorum ki bu olayın gerçekleşmesi hükümetin asla arzuladığı bir iş değildir. Sonucuna bile bakılığında hiçbir hükümet böyle bir olayla bir şey elde etmeyeceğini bilir. Kaldı ki sayın başbakan bu olayın da 7 Şubat MİT-Yargı krizi gibi kendilerini sıkıntıya sokmak için “derin” bir tertip olduğunu biliyordur.
Bu saldırı en ince ayrıntılarıyla ortaya çıkacaktır. Savcılık bir yandan, Diyarbakır’daki özel yetkili mahkeme öbür yandan ve TBMM Uludere Komisyonu bu katliamı çorap söküğü gibi çözecektir.
Hem unutmayalım ki Sayın Başbakan 24 Ocak 2012 Salı günü partisinin TBMM grup toplantısında, “Uludere meselesinin de Hrant Dink cinayetinin de devletin derin dehlizlerinde kaybolmasına asla ve asla müsaade etmeyeceğiz." demişti.
Ama Uludere’de kardeşlerimiz katledildi, faillerin bulunmasını istemek en insani hakkımızdır. Yoksa kirli emellerini kanla gerçekleştirmek isteyenler Allah korusun bizlere başka Uludereleri de yaşatırlar.