Uludağ Üniversitesi’nde Neler Oluyor?
Uludağ Üniversitesi’nin eski Rektörü Sn Mustafa Yurtkuran, ETÖ üyesi ve yöneticisi olmak iddiası ile tutuklandı. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra, tutuksuz olarak yargılanması devam etmektedir. Sn Yurtkuran, Rektörlüğü döneminde şöhretine uygun bir şekilde üniversiteyi yalnızca bir görüşün telkin ve propagandasının yapıldığı, diğer görüşlerin ve görüş sahiplerini sürekli aşağılandığı, ayıplandığı, suçlandığı ve barındırılmadığı Türkiye’nin örnek ve önder üniversitelerinden birisi haline getirilmiştir.
Buna karşılık “Üniversite” kavramının, “evrensel” den ortaya çıktığı, coğrafi, dini, felsefi, ırki ve siyasi her hangi bir sınırlamanın olmadığı özgür çalışma alanları olduğu iddia edilmektedir. Türkiye’deki üniversite yönetimleri akla geldiğinde bu tanımlar her ne kadar gülme krizlerine yol açsa da literatürde bu tanımların çok yaygın bir şekilde yer aldığı bilinmektedir.
Türkiye’deki üniversiteler kadrolaşmanın en çok rahatsız edici örnekleri ile de yönetilmektedir. Rektör ünvanlı şahsın yetkileri, orta çağ derebeylerinin yetkilerini çoktan geçmiştir. Bu yüzden Rektörler kendi görüşleri doğrultusundaki kadroları seçip alırlar. Zaten diğer görüş sahipleri “suçlu” sayıldıklarından üniversitelerde görünmeleri bile, bir huzursuzluk sebebi, tank gıcırtılarının duyulma sebebi olabilmektedir. Kadrolaşma o kadar hızlı yapılır ki yasal sınır gereği üçüncü kez rektör seçimlerine katılamayan, rektörün eşi eğer o üniversite de “öğretim üyesi” ünvanını taşıyorsa, taşıtılıyorsa, rektörün yerine eşi aday olur. Aday olması ile birlikte, eşi tarafından istihdam edilen çok değerli kadroların tercihlerinin sonucu olarak hanımefendi rektörlük seçimlerinde en çok oy alarak birinci olur.
Zaten üniversiteler ve onlara tahsis edilen paralar da, rektörün sahiplendiği “çok önemli görüşlerin” bir sonucu olarak bir çeşit “özel mülkiyet” sayılabilmiştir. Rektörler istedikleri gibi tasarrufta bulunurlar, doğal olarak akademik ünvanlar da ülke menfaatları ve rejimin korunması için uygun görülenlerle adeta tahsis edilirdi. Tahsisli unvan sahipleri de elbette seçimlerde ve diğer tasarruflarında bu durumu dikkate alırlardı. Üniversiteleri özel mülk alanları gibi yöneten rektörlerin en çok gazaplandığı hususların başında elbette karşı görüşler ve görüşlüler gelirdi. Ama onlar mümkün olan en hızlı ve acımasız yöntemlerle tasfiye edildiği için, rektörlerinde gazaplanmasına yol açabilecek sebepler giderek azalırdı. Zaten üniversitelerin bağlı olduğu YÖK te benzer bir anlayışla “Türk büyüklerinden” Sn Kemal Gürüz tarafından yönetilmekteydi. İşte bu yönetim anlayışının büyük bir hızla uygulandığı üniversitelerin arasında elbette Uludağ Üniversitesi de yer almıştır.
Vaktaki delikli demirin icadı ile mertliğin bozulması gibi, demokrasini icadı da bu yönetim için ciddi sorunlara yol açmıştır. Zaten bu yüzden olmalı ki, üniversiteleri özel mülkleri gibi görüp yöneten rektörler demokrasi kavramını biraz taşralılığın şımartılması gibi görürlerdi. Daha çok onlar “cumhuriyet” kavramını tercih ederlerdi. Hatta “Cumhuriyetin değerlerini, demokrasiye ezdirmeyeceğiz” gibi literatüre çok büyük katkıları da bu dönemde görülmüştür. Zaten onların Cumhuriyet dedikleri, tek parti, tek şef, tek heykel, tek tip gazete idi. Zaten ebediyete kadar gerekli olabilecek görüşleri, ilkeleri, tek şef açıklamış değil miydi? Yeni görüşler, farklı görüşler ise “iç ve dış düşmanların icadı” olmaktan başka ne anlama gelebilirdi ki? Rektörleri en çok üzen sorunların başına elbette halkın durumu da yer almıştır. Çünkü halk “hep yanlışları, uygunsuz kişileri” seçmektedir. Bu yüzden, halka bir kolaylık olsun diye, yanlışları ısrarla seçmesin diye, Anayasa Mahkemesi daha çok çalışarak sık sık siyasi patileri kapatırdı. Çünkü “cahil çoğunluğun” hangi yanlışı ne zaman seçeceği belli olmazdı.
Üniversiteler, bu dönemde, hep tekli olanları seçerdi: tek tip kadro, tek tip görüş gibi. İslam’ın belirtisi sayılabilecek her türlü görüntü rektörlerin gazabına yol açardı. İslam’ın belirtisi sayılan görüntülerin başında ise elbette başörtüsü, inan gereği bırakılan sakal ve nihayet namaz ve mescid gelirdi. Bu görüntülerin silinmesi için rektörler olağan üstü çaba sarfetmiş ve bu yüzden de dönemin YÖK yönetimi tarafından teşvik edilmişler, taltif edilmişlerdir. “Büyük Türk Büyüklerinden” Ahmet Necdet Sezer’in “başörtüsü kamusal alanda olamaz” gibi dünyadaki bütün buluşları alt üst eden vecizesi ile birlikte, İslam’ın görüntüsü sayılan belirtilerin üniversitelerden silinip atılması çabaları “bir uygarlık ve cumhuriyetin kazanımlarını koruma savaşı” olarak bu dönemde sürdürülmüştür. Sn Yurtkuran yönetimindeki Uludağ Üniversitesi de bu alanda büyük başarılar elde etmiştir.
Ancak “demokrasinin, cumhuriyete karşı galebesinin” sonuçları bu alanda da kendini göstermiştir. Sn Yurtkuran üçüncü kez rektör adayı olamadığı için yerine aday yapılan eşi yapılan seçimde büyük bir başarı elde ederek birinci olmuştur. Yalnız hanımefendini adı çizilerek seçimlerde ikinci sırada olan Sayın Prof. Dr. Mete Cengiz seçilmiştir.
Sayın Cengiz’le birlikte üniversitede eski yönetim anlayışının ve baskılarının ortadan kalkacağını düşünenler elbette yanılmıştır.
2010 LYS sonuçlarına göre Uludağ Üniversitesine kayıt yaptıracak olanlardan Sayın Cengiz yönetimi “Kılık Kıyafet Taahhütnamsı” başlığını taşıyan bir belgeyi kayıt öncesinde zorla imzalatmaktadır. Taahhütnameye göre: “Yükseköğretim öğrencileri, kılık kıyafet ile ilgili olarak Yüksek Yargı organları tarafından verilmiş kararlarla oluşmuş bulunan hukuki mevzuata uymak zorundadırlar.” Taahhütname ile birlikte üniversitedeki baskıların, İslam’ın tezahürlerine yönelen baskıların, şiddetin hiç değişmediği bir kez daha görüldüğü gibi üniversitelerin kanunlarla, yönetmeliklerle, senato kararları ile değil de “yüksek yargı organlarının içtihatları” ile yönetildiğini de bir kez daha öğrenmiş bulunuyoruz. Bu temel gerçeği unutanlarımıza sağ olsun Mete bey hatırlatmış oluyor. Üniversitenin, kanunlarla değil, yönetmelik ve senato kararları ile değil ancak yargı kararları ile yönetilebileceğini her kes bir kere daha öğrenmiş olmaktadır. Yönetimler değişse bile, “İslam’ın belirtisi sayılan görüntülerin kamusal alanda” olamayacağını da Mete bey yeniden hatırlatmaktadır.
Üniversite’nin “evrensel” kavramından ortaya çıktığı, orada hiçbir görüşe, inanç ve düşünceye kısıtlama” getirilemeyeceği gibi görüşlerin bir hayal olduğunu herkes öğrenmiş bulunmaktadır. Mete bey, yönettiği üniversitenin bu halkın sefaletine rağmen kurulduğunu, emrine verilen paraların bu halkın perişanlığına rağmen oluştuğunu, yasaklamaya ve üniversitenin bütün birimlerinden söküp atmaya çalıştığı başörtüsünün ise yine bu halkın inançlarından kaynaklandığını elbette dikkate alacak değildir. Başörtüsünü yasaklan bir kanunun da bulunmadığı da önemli değildir. Mete bey zaten üniversitenin “yargı ıçtihatlarından oluşan hukuki mevzuata” göre idare dildiğini ilan etmiştir. Ünvanını, makamını, elinin altındaki meblağın sahibi olan halka karşı ne bir minnet borcu ne de hesap verme sorumluluğu yoktu. Çünkü yükse yargının içtihatları arasıda bunların hiç birisi yoktur.
Mete beyi vb tebrik etmek gerekir. Fakir halkın imkanlarını, fakir halka karşı, onun değerlerine karşı kullanabilme becerileri sebebiyle, hala bu halktan saygı göreceği beklentisini taşımaları sebebiyle, sokaklarda halkın tükürme yeteneğine rağmen bu yönetim anlayışını sürdürme cesaretine sahip oldukları için takdir etmek alkışlamak gerekir.