Üçü Birden Devamlı
Yalanım varsa Arap olayım… 1783’deki sözde bağımsızlık savaşları sonrası kurulmuş olan, dünya tarihinin en yoz imparatorluğu Amerika’nın, iki yüzyıldır bütün dünyaya söylediği yalanlarla geldiği nokta, ‘yalanımız varsa Arap olalım’ noktasıdır. Hüseyin Obama figürü ile yeni yalanları, yeni kıyımları için önümüze kavruk bir kukla getirip koyan Amerika’nın, önümüzdeki dönem planları anlamak için, geride bıraktığımız son asra bakmak kâfi olacaktır.
Bunların meselesi; kirli sakallı, tuhaf şapkalı, ağızları küfürlü (Western –Batı- filmlerinin orijinal seslendirmeleri ile izleyenler bilir) inek adamları olan kovboylarıyla, tabiat aşığı ve barışçı Kızılderilileri topyekûn soykırıma uğratmış olmalarını, allayıp pullayıp kahraman süvariler gibi göstermeleri ile başlar. Kıtanın keşfinde yirmi-yedi milyon olan yerli nüfusu, sözde ülkelerini kurduktan sadece birkaç yüzyıl sonra, yani 1892’de sadece iki milyon kadar kalmıştır. Devlet başkanlarından Roosevelt’in, ‘En iyi yerli, ölü yerlidir’ sözünü, bugün sözde Ermeni soykırımını dayatacağı açıkça ortada olan Bay Hüseyin Obama’ya hatırlatalım.
1900’lü yıllarda Meksika’yı ve hemen arkasından Küba’yı işgal eden Amerika, 1921’de Nikaragua’ya girer. Bugün, o zamanlar Sandino’da katlettikleri 300 kişinin acısı hala tazedir. 1945’de aklın ve vicdanın almayacağı bir saldırıda, Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları iki atom bombası ile tam 25.000 kişiyi katlederler.( Hani durup oturup nükleer silahlanma konusunda dünyaya meydan okuyan, Irak’ı bu nedenle işgal eden, İran’la kafa kafaya gelen Amerika…) Tam da o yıllarda, tarihleri olmadığı için kahramanları, mertleri, yiğitleri olmayan Amerika, insanlarla Süpermen’i tanıştırır. Tuhaf bir uzaylı olan zülüflü Süpermen, oradan oraya uçan, hoplayan zıplayan bir garabet olarak çizgi dizilerle, sinema filmleriyle Amerika’nın yüzü olur.
Vietnam acısı daha çok taze iken 1973 ile 1989 arası Lübnan, Libya ve Panama’daki saldırılarıyla, deniz çıkarmaları ve bombaları ile binlerce sivilin ölmesine ve sakatlanmasına sebep olan Amerika, bu kez yepyeni bir cengâverle selamlar dünyayı. Rambo filmleri serisi ile saldırmayı, öldürmeyi, kıymayı, yok etmeyi bir kahramanlık, bir hak olarak izlettiren Amerika, çarçabuk mazlum bir ülke oluverir. Kâh Vietnam’da, kâh Afganistan’da dere tepe demeden vuran, kıran, öldüren, anası Kızılderili, babası Alman Rambo, Amerikan’ın milli karakteridir.
Irak… 150’den fazla aşiretin, inancın ve mezhebin, ümmet bilinciyle yaşadığı bin yıllık komşumuz Irak… Hiç de ırak değil aslında Irak. Hemen dibimizde. Burnunuza barut ve kan kokusunun, Amerikan postalı kokusunun geleceği kadar yakın. Yüz bin Iraklının işkence ile öldürüldüğü, sürüldüğü, yıkılan camileri, çiğnenen mescitleri, ayaklar altına alınan bütün bir insanlığın yüz karası kara Irak.
Bizler Örümcek Adam’ın bileklerinden fırlattığı ağı hayranlıkla seyrederken, bizler Batman’ın pelerini ile yükselmesini elimiz apış aramızda izlerken, gün ve gün tam beş senedir bombalanan, yakılan, yağmalanan Irak.
Yalanım varsa Arap olayım… Amerika kan, vahşet, gözyaşı ve zulüm imparatorluğudur. İşte bu işgalci Amerika, bir gün dönüp kendi kendini vuracak kadar da gözü dönmüş yeşil dev Hulk’tan farksız olduğunu, gökdelen saldırılarında kendi halkına ve dünyaya göstermiştir. Bugün hanginiz bu saldırıları hala Usame’ye atfediyor?
Amerika, en temel insani değer olan ‘ dürüstlük’ kavramını evirip çevirip kendine göre yeni bir kisveye soktu ve buna ‘Yeni Dünya Düzeni’ adını veriyor. Etrafına toplanan çakallarla –ki buna da Avrupa Birliği diyoruz-, demokrasi, insan hakları, temel hak ve hürriyetler gibi yaldızlı ama içi bomboş terimler türetiyorlar. ‘Kul hakkı’ şuurunda olan on-üç yüzyıllık geçmişe sahip bize, insan haklarını bunlar öğretiyor ya, şaşırmamak elde değil. Dünyanın altında üstünde ne varsa sömüren, kemiren Amerika, ‘Elinizde bir fidan dikmek üzere iken, kıyamet de kopsa o fidanı dikiniz’ buyuran bir hadis ümmetine, çevreciliği anlatıyor ya, hayret etmemek elde değil.
Ve bu Amerika’nın zulmü, artık kendine de ağır geliyor. Süpermenlerle, Rambolarla, Örümcek Adamlarla örtemediği zalimliğini, yeni bir kahramanla ört bas ediyor. Dedesi Müslüman diye bize göz kırpıyor, aslen Kenyalı diye ezilmiş bütün halklara ve derisinin rengi diyerek de kendi vatandaşlarına taze bir karakter üretiveriyor.
Oysa Amerika bir sistem devletidir. Başkanlar birer piyon, bir ivme taşından öte değillerdir. Birbirinden bağımsız eyaletler yapısı ile bütün bir mekanizmanın birlikte hareket ettiği ve bunun devlet başkanları ile ilan edildiği bir idari yapıya sahiptir. Babası nasılsa Bush da öyleydi ve Bush nasılsa Obama’da öyle devam etmektedir. Biz bunu biliyoruz bilmesine de, Amerikan yanlısı sözde yazar-çizerlere bunu nasıl anlatacağız?
Obama seçildiğinde yaşanan temaşayı hatırlayınca, yüreğimiz sızlıyor. Van’da kırk koyun kurban eden mi dersiniz, memleketin dört bir yanından beyaz saraya hediyeler gönderenler mi isterseniz, bu komedi, bu gülünç hal, bu topraklara nasıl yakışıyor…
Hepimiz gittikçe kararıyoruz. Yalanlarımız bizi közlenen patatesler gibi karartıyor. Atalarımızın korktuğu bir şey başımıza geliyor; yalanımız var da Arap oluyoruz. Ve Hüseyin Obama’yı seviyoruz, sayıyoruz. Tebrik mesajlarını ilk gönderenler olmak, ikili anlaşmalarda arayı açmamak, biraz daha kola, bir parça daha kot bezi, bir lokma daha köfte için sırtlanlar gibi sırıtıyor, sırıtıyor, kararıyoruz.
Oysa bembeyazdık daha dün hepimiz. Beyaz tenli, sarışın bir adam vardı hepimiz gibi bembeyaz.
Çarşaf çarşaf gazetelerde yerden yere vurulan, tekmelenen, yumruklanan Can Dündar’ın bir daha anlattığı, beyaz, bembeyaz bir adam. Siz rakı içiyorsunuz da, kaş defa bir cephede vuruştunuz? Siz dudağınızdan sigarayı eksik etmiyorsunuz da, kaç kez bir devrimin şaşmaz hesaplarını yaptınız? Sizin koynunuzdan her türlüsü eksik olmuyor da, hangi Fransızca kitabı oturup lime lime ezber ettiniz? Bembeyaz bir Balkan genci, daha yirmili yaşlarından başlayıp ömrünün sonuna kadar bir milletin bekası için gün be gün kan kusarken, yapayalnızlığını milletin bağrında eritirken, hangi trenle memleketi dört bir yanından tavaf ettiniz?
Kennedy suikastını elli defa filme alıp izlettiren Amerika ve izleyen bizler kapkaranlıklaşırken, bembeyaz bir adamın sarımtırak hüzünlü hayatını izlediğimizde içimiz kalkıyor, midemiz bulanıyor. Biz kendimizi izleyemez hale gelmişiz ya, insanın göğüs kafesine, Made in USA bir kaya biniyor.
Bu da bir yöntemdir. Daha doğru dürüst bir Resulullah filmi yapamayan bizler mahalle kadınları gibi birbirimizi yerken, Çağrı diye bir filmle dinimizin doğuşu anlatan yine Amerika oluyor. Biz daha da kararmak için yeni yeni yalanlar üreterek gecemizi gündüzümüze katmışken, Amerika son filmini sahneye koyuyor. Hüseyin Obama ile sözde demokrasi, sözde insan hakları, sözde eşit gelir dağılımı, sözde dünya barışı için uydurulan senaryolarla, çakalların yardımcı rollerde yer aldığı bir filmi, yine birlikte, yine beraber izlemek üzere arkamıza yaslanıyoruz.
Üçü birden devamlı sinema salonlarında ağır bir koku vardır. Bu kokunun ismi; misk-ül cenabettir. İnsanın teni pislikten olduğu gibi ifretten de buram buram kokar. Biz her ne kadar kot giyip, ithal köfte yiyip, yanı başımızdan gelen kan ve barut kokusuna burnumuzu tıkasak da, Hüseyin Obama filmini izlerken, her yanımızdan misk-ül cenabet kokuları yükseliyor, yüzümüz gözümüz kararıyor.
Biraz daha patlamış mısır ve gazoz isteyen?
kahrolsun abd ve yandaşları!
Aralık 25th, 2010 at 14:01kaleminize aklınıza sağlık, başarılar.
Kıymetlim,
Aralık 27th, 2010 at 19:05kaleminiz, yorumlarımıza gerek duymayacak kadar sağlam ve vicdanlıdır.
Allah, kelâmınızı/kaleminizi hak adına bilesin, Âmin!
Okumaya ayırdığınız vakit ve değerlendirmeleriniz için teşekkür ederim.
Aralık 27th, 2010 at 21:05