Üç Tane Kuru Soğan
Bir sonbahar hüzünlendirir beni, bir yaz ikindileri bir de ağlayan çocuklar. Turuncu ışıkların bulutlara yazdığı hasret şiirleri gönlümün gizli gözlerini yaşartır hep. Vedalı zamanların korkusu çöker ruhumun derinliklerine. Bir ağlamak iner ötelerden yüreğime. Ağlayamam. Kendimi bildim bileli böyleyim. Kimsecikler bilmez halimi. Nasıl bilsinler ki? Söylemem söyleyemem.
Bizim oraların iklimindedir belki, belki de içimin kederli yalnızlığından. Peki, vakit ezanının hüzzam makamına ne demeli? Bu duygu vaktinde semayı saran dua, gönlümde esen rüzgârın saçlarına dolanmaz mı?
İsli semaverin bacasından tüten odunun dumanı dağılırken etrafa, çayın rayihası özletmez mi sevdiğini insana. Robalı elbisesiyle bahçede begonyalarını seven anamı seyrederken kanadı kırık kumruya benzetiyorum. Onu öyle yalnız gördüğümde babamı daha çok özlüyorum. Eski zamanlara gidiyorum. Ta çocukluğuma en mesut anlarıma… Kars’taki bahçesi pembe ve sarıçiçeklerle bezenmiş müstakil evimizin huzurlu ikindi vakitlerine… Giriş merdiveninden birkaç basamak aşağıda olan, pencere altındaki balkondayım şimdi. Üzeri minderli arkası yastıklı divanımızın önünde, ayakları tornada yuvarlanmış, üzeri sarı muşamba örtüyle üçgen örtülmüş tahta masaya dayalı dirseklerim. Nice muhabbetlerimize şahitlik, nice misafirlerimize hizmet etmişti o cansız hizmetkâr.
Babamın önünde kitabı, kâğıdı, kalemi… Annem de gelip oturuyor divana, tam babamın yanına. Elişi çantasından örgüsünü çıkarıyor. Yünü parmağına doluyor sonrada şişler bir oyana bir buyana döndükçe kırmızı yumak masanın altında yumalanıyor. Kardeşlerim oynaşıyor bahçe içinde. Mete’ nin elinde tenekeden yapılmış polis arabası, siren sesi çıkararak koşuyor sağa sola. Galiba hırsızın peşinde iz sürüyor. Hep beraber şakalaşıp bağrışıyorlar. Gökyüzü turuncu. Ağaçların yaprakları arasından gülümseyen güneş bütün nezaketiyle yavaşça geri çekiliyor, sultan huzurundan çekilir gibi. Semaverin bacasından süzülen duman bile bir başka güzel kokuyor. Beyaz siniye dizili dolu bardaklara, kıtlama şeker kâsesi, yeşermiş çeçil ve bol içli kete refakat ediyor. Gökte güneş gülümsüyor yerde toprak. Annem babama ilişiyor. Gülüşüyorlar ben çayları ikram ederken.
“Susun” diyor kardeşlerime annem. Babam engel oluyor çıkışına. “Oynasınlar, eğlensinler.” diyor “Doya doya.” Bir gönülde sevda tekse eğer, her anı sevilene ram oluyor. Gölgeler uzamaya çabalarken ben babamın sağında solunda dolanıyorum. Biliyorum ki az sonra mazinin kapısından içeri girerek, geçmiş devirlere yol alacağız. Çayını yudumlarken babamın gözleri ötelere, gönlü hatıralara dalıyor. “Çok şükür bu günümüze.” diyor anneme dönerek. “Bostana ektiğimiz soğanlara bakınca ta nerelere gittim hanım biliyor musun?” Annem susuyor. Ben sessizce sokuluyorum aralarına. Babam saçlarımı okşuyor, “Ana kızım.” diyor bana sözünün başında. “Ana kızım 1945 yılıydı her hal. Kış kıyamet aman vermiyor. Üstüne üstlük bütün ülkede sefalet… Memleket yokluk içinde kıvranıyor. Hele de köyler çok zor durumda. O senenin fakirliği bir başka zalimdi. En zenginimizin bile evinde un, yağ ancak idarelikti. Yine de bütün köylü varımızı yoğumuzu paylaşarak yaşamaya çalışıyorduk. O zaman koca köyde iki tane palto vardı kimin ihtiyacı varsa giyer ilçeye gider sonrada muhtarın odasına getirip asardı. Asıl sahibi kimdi zaman içinde unutulup gitmişti.
Gücük ayının en güç günlerinin birinde rahmetli babam hastalandı. Ben çocuktum ama olanların farkındaydım. Evimize her gün konu komşu gelip gidiyordu. Herkes kendince bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ama nafile, iyileşmiyordu babam. Tipiden yollar kapanmış, imkânlar tükenmişti. Rahmetli anam, Güneş Bibim, Yıldız Ablam ağlaşıyor. Evin içi keder yüklü… Büyük odada ki sekide yatan babam bir ara gözlerini açtı. Bende ayakucunda oturuyorum. ‘Yıldız kızım canım kuru soğan istedi. Burnumda tütüyor kokusu.’ dedi ve gözlerini tekrar kapadı.
O gün köyde kimsede kuru soğan bulamadık. Bütün evlere tek tek sorduk. Kimsede yoktu. Çünkü yoksulluktu.
Yakın köylerde soğan aramaya gidenlerden sadece birisi eli dolu gelmişti. O da üç tane kuru soğan bulabilmişti. Hemen o soğanları babama verdiler. Isıra ısıra yedi hepsini. Sonrada ‘Oh çok şükür, Allah hepinizden razı olsun. Helal edin hakkınızı.’ diyerek başını yastığa koydu. Bir daha ne gözlerini açtı neden tek söz etti. Kar yağışı dindiğinde kızakla ilçeye doktora tekrar götürdüler. Bir gün hasta hanede kalıktan sonra eve getirip yatağına yatırdılar. Üç gün sonrada biz beşkardeş yetimliğe, kimsesizliğe, garipliğe mahkûm olduk.”
“Biliyor musun Şeref o soğan bizimdi. Babam bu hatırayı hep kahırlanarak anlatırdı.” dedi annem. Gözyaşlarına yenik düşen babamı annem teselli ediyordu.
Babasızlığın ne olduğunu babasız geçen bu güzel yaz ikindilerinde daha gamlı yaşıyorum. Ben elli yaşında babasızlığın azabını yaşarken, babam yedi yaşında bu yokluğun zehrini en acısıyla yudumlamış. Benim gönlüme yeni düşen hüzün, babamın dinmeyen sızısıymış. “Babam” dediğindeki gariban halini şimdi anlıyorum. Meğer ne büyük ıstırapmış. Ve babam, babasından miras kalan babasızlığın acısını bize miras bırakarak gitti.
Yaz akşamlarında batan gün mü hüzünlü? Yoksa insan hüzünlü olunca mı gün hüzünlü batıyor?
Ufukta güneşin turuncu rengi bulutlara akıyor. Ben duygu seferberliğinde yol alırken annem sesleniyor. “Şeker kâsesini de al gel çay hazır.”
16.06.2016