Türkçemiz ve Dilimizdeki Kirlenme-Yavuz Bülent Bakiler
25 Ekim 2007 tarihinden itibaren, Türkiye Polis Radyosu’ndaki İmbikten Damlalar adlı programımda, her Perşembe saat 21.00–22.30 saatleri arasında bir özel konu belirleyerek, Türk edebiyatının seçkin kalemleri ve şairleri ile sohbetler yaptığımı ve programımda işlediğim özel konular ve bu konular üzerine konuşan isimlerin deşifre metinlerini yayınlayacağımı önceden duyurmuştum. İlk olarak da, ŞİİRİMİZDE KAYNAKLARI ve ŞİİRİMİZDE AŞK KAVRAMI konulu Prof. Dr. Sadık Tural’la sohbetimizi köşemde yayımlamıştım. Bu sohbetlerin deşifre metinlerini yayımlamaya devam ediyorum.
Dil konusu, hem edebiyat hem de kültürümüzü açısından çok önemli bir mevzu. Bu sohbetlere edebiyat tarihine düşülmüş notlar olarak bakabilirsiniz. 25 Ekim 2007 Perşembe günü “TÜRKÇEMİZ VE DİLİMİZDEKİ KİRLENME” konulu, YAVUZ BÜLENT BAKİLER ile yaptığımız sohbetin deşifre metni:
M. N. PARMAKSIZ: Yavuz Hocam, özellikle son 25 yıldır Türk Dili konusunda çok önemli çalışmalarınız var. Benim takip edebildiğim kadarıyla Türkiye’nin her yerinde Türkçe’nin güzelliğini anlattınız. Yaptığınız televizyon programlarıyla ve yazdığınız şiirlerdeki o güzel Türkçenizle gönüllerde taht kurdunuz. Ben sizin geleceğe yazdığınız eserler ile kalacağınıza canı gönülden inanıyorum.
Yavuz Bülent BAKİLER: Çok teşekkür ediyorum. İnşallah!
M. N. PARMAKSIZ: Türk dili ve dilimizdeki kirlenme meselesi çok önemli. Dil konusunda gençlere, şiire yeni başlayanlara veya her Türk vatandaşına ne tavsiye edersiniz Yavuz Hocam?
Yavuz Bülent BAKİLER: Bu çok zor bir soru ama aşama aşama kısaca bir şeyler söylemek isterim. Eğer şiir bir kelime mimarisi ise eğer onları Balzac’ın ifadesi ile “Millet, edebiyatı olan topluluksa” ve edebiyatın temel malzemesi dil ise bizim gençlerimizin, milletimizin dile çok büyük bir dikkatle eğilmesi ve mükemmel bir biçimde konuşması icap eder. Atatürk’ün bir sözü var biliyorsunuz: “Türk demek, Türkçe demektir.”diyor. Milletimizin çok büyük vatanperver evlatlarından birisi olan Süleyman Nazif (Diyarbakır’ın vatanperver evladı) diyor ki: “Türkçe milletimizin iskeletidir. İskeletsiz bir insanın ayakta durması nasıl mümkün değilse, dilsiz bir milletinde yaşaması mümkün değildir.” O bakımdan gençlerimizin hayatta başarılı olabilmeleri için şair olsun, hikâye yazarı olsun, roman yazarı olsun, iş kadını olsun, ne olursa olsun kayıtsız ve şartsız Türkçe’yi çok iyi bilmesi, çok iyi konuşması, çok iyi yazması icap eder. Galiba Mısırlıların bir sözüdür Mehmet Nuri Bey, “İnsanlar kıyafetleriyle karşılanırlar, fikirleriyle uğurlanırlar.” Bu çok önemli bir tespit. Bunun karşılığı var dilimizde biliyorsunuz
Nasreddin Hoca’nın bir espriyle ortaya koymuş olduğu gerçek: “Ye kürküm ye” ifadesi. Hani Nasreddin Hoca bir düğüne gitmek istemiş de, kılığı kıyafeti yerinde olmadığı için davet edilmemiş ama evine gelmiş güzel bir kürk giyinmiş. Kürkü giyinerek düğün evinin önünden geçtiği zaman adam, “Aman Hocam, buyrun buyurun” demiş. Onu yemek masasının başına almışlar. O da kürkünü yakasından tutarak yemek tabağına doğru uzatmış ve “ye kürküm ye” demiş. Gerçekten insanlar kıyafetleriyle karşılanırlar ve gerçekten insanlar fikirleriyle uğurlanırlar. Şimdi gençlerimize gelelim! Diyelim ki doktor oldular, mühendis oldular, avukat oldular, mimar oldular, şu, bu, o oldular ama eğer Türkçe’yi güzel bilmiyorlarsa, güzel konuşmuyorlarsa, kafalarında bizim meselelerimizin aydınlığı yoksa çok güzel kıyafetlerle girmiş oldukları toplantılardan fikirleriyle uğurlanırlar. Yani bir istiskal ile karşı karşıya kalırlar. O bakımdan kim hangi meslekte olursa olsun kayıtsız ve şartsız Türkçe’yi çok iyi bilmesi, çok iyi konuşması gerekir. Türkçe bizim şah damarımızdır, varlık sebebimizdir. Dilimizi çok büyük bir zenginlikle ortaya koymak ve yaşatmak her Türk gencinin, “Türk insanının” demiyorum çünkü bu çok yanlış bir ifadedir. Türk zaten insandır. Türk insanı denilir mi, martı kuşu denilir mi?
M. N. PARMAKSIZ: Evet, çok doğru Hocam. Aslında dil konusunda bilinçsizce birçok hata yapılıyor.
Yavuz Bülent BAKİLER: Bu arada bir yanlışı da düzeltmek istiyorum. Her Türk vatandaşının asli vazifelerinin başında geliyor. Şiir tabi kelimler ile yazıldığı için veya kelimelerle göründüğü için bizim insanımızın kelime dünyasının çok zengin olması icap eder. Biliyor musunuz? Namık Kemal merhumun çok önemli bir tespiti var. Ben onu okuduğum zaman çok şaşırdım. Çünkü 21. yüzyılın ilim adamları da aynen Namık Kemal’in tespitini ortaya koyuyor. O diyor ki: “Bir insanın zekâsı bildiği kelime sayısıyla orantılıdır.” Yani bir insan ne kadar çok kelime biliyorsa aklını, mantığını, zekâsını o derecede güzel kullanır. Önüne konan bir kitabı rahatlıkla okur ve anlar. Meramını rahat bir şekilde ifade eder veya kendisine anlatılanları kavrar. Niçin? Kelime dünyası zengin olduğu için. Onun tersini dikkate aldığımızda bir büyük facia ile karşı karşıya kalırız. Şimdi ben gençlerimizin içerisinde bulunmuş olduğu durumu genel olarak ortaya koymak için şu ifadeyi kullanmak mecburiyetindeyim.
imdi Mehmet Nuri Bey bizim anadilimiz Türkçe’dir. Biz evimizde yedi yıl Türkçe konuşuyoruz. Sonra sekiz yıl ilköğretimde Türkçe eğitimi görüyoruz. Etti on beş yıl. Üç yıl da lisede Türkçe görüyoruz. Ondan sonra çocuklarımız üniversiteye geliyor. Çocuklarımıza üniversitede yeni baştan Türkçe dersleri konuluyor. Biliyor musunuz? Ben samimi kanaatimi ifade ediyorum. Dünyada bana göre, bundan daha büyük ayıp olmaz. Bugün bizim dil konusunda büyük bir sıkıntıyla, büyük bir facia ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bu durum. Neden, çünkü on sekiz yıl Türkçe eğitimden geçen bir kimse artık üniversite sıralarına geldiği zaman hocalarının kendine anlattıklarını kavrayabilecek bir seviyede olmalıdırlar. Hayır, o seviyede olmadıkları için onlara yeni baştan Türkçe dersleri konuluyor. Bu bizim için gerçekten bir ayıptır.
M. N. PARMAKSIZ: Hocam çok haklısınız. Ne yaparsak yapalım, sınavlardan geçirelim öğrencileri, yine de Türkçe’yi öğretemiyoruz herhalde Hocam?
Yavuz Bülent BAKİLER: Tabi öğretemediğimiz için zaten Türkçe dersleri konuluyor üniversitelerimize ve işin garip tarafı; üniversitelerden mezun olan çocuklarımızın da, resmi rakamları söylüyorum, %37’si, İstanbul Üniversitesi’nin yapmış olduğu araştırmalara göre, ders kitaplarının dışında herhangi bir kitap okumamışlar. Evet Nuri Bey, bundan büyük bir facia olabilir mi?
M. N. PARMAKSIZ: Evet Hocam, bu hakikaten facia!
Yavuz Bülent BAKİLER: Şimdi biz hep şikâyet ediyoruz biliyorsunuz. “Eller aya, biz yaya” Niçin ellerin aya gittiğini, bizim neden yaya kaldığımızı katiyen dikkate almıyoruz. Bunu etraflıca bir şekilde düşünmüyoruz. Bakın ben size bu program münasebetiyle birkaç rakam vermek istiyorum: “Türkiye neden geride kalıyor?” sorusunun cevabı bu hadisede, bu rakamlar dünyasında var. Şimdi Batı dünyası bir kelimenin insan hayatında ve millet hayatında çok büyük bir yere sahip olduğunu bildiği için, onları sekiz yıllık eğitimden geçirdiklerinde ders kitaplarını 71.000 kelime ile yazıyorlar. Japonya’da 44.000’dir.Bu rakam İtalya’da 32.000’dir.
M. N. PARMAKSIZ: Hocam şimdi bizimkini söylemeyin isterseniz(!) Herhalde çok düşüktür.
Yavuz Bülent BAKİLER: Hayır efendim söyleyelim de, durumuz ortaya çıksın! Atatürk’ün iradesiyle Türkiye Çağdaş Medeniyetler Seviyesi’ne yükselmek, sıçramak mecburiyetinde. Bizim sekiz yıllık okullarımızda çocuklarımızın ders kitaplarını 6.000 kelimeyle yazıyoruz. Çocuklarımız da bu 6.000 kelimenin %10’u ile düşünüyorlar veya konuşuyorlar. Şimdi bir nesil düşününüz; Batı Dünyası’nda 71.000 kelimeyle okuyor ve düşünüyorlar.
Düşünün ki Japonya 44.000 kelimenin içerisinde ve İtalya 32.000 kelime de. Bir nesil düşününüz ki Türkiye de 6.000 kelimeyle okuyor ve düşünüyor ama bu 6.000 kelimenin de %10’u ile konuşuyor. Biliyor musunuz Mehmet Nuri Bey, bu sokak Türkçe’sidir. Sokakta simit satan bir adama gidersiniz, konuşursunuz. “Kaça?”dersiniz cevabını verir. Adını sorarsınız söyler. Memleketini sorarsınız açıklar ama bu sokakta simit satan veya sokakta kanalizasyon hizmetlerinde çalışan veya sokakta çöpçülük yapan adama siz adama Sait Faik’in veya Orhan Veli’nin kitaplarını uzattığınız zaman, ona oku veya anlat dediğimiz zaman, onu okuyamaz! Okur fakat ilkokul mezunu olduğu için anlayamaz, anlatamaz. Niçin? Çünkü kelime dünyası zayıftır.
M. N. PARMAKSIZ: Hocam ben bir şeyle karşılaştım biliyor musunuz? Çok üzüldüm tabi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Mürebbiye” adlı romanını bir yayın evi basmış. Şimdi ben kapağını anlatacağım size. Mürebbiye yazıyor, Hüseyin Rahmi Gürpınar yazıyor. Altında ise “Günümüz Türkçesine çeviren” yazıyor. Herhalde çeviren kişi başka bir dilden çevirmiş sanki! Şimdi sizin ortaya koyduğunuz rakamlar neden bizim Batı’dan geri kaldığımızı açıkça ifade ediyor. Türkiye’de yaşıyoruz, Türkçe konuşuyoruz. Bir yayınevi kitap çıkartıyor. Kitabın kapağına “Günümüz Türkçesine Çeviren” yazılabiliyor.
Yavuz Bülent BAKİLER: Dehşet verici bir faciadır bu! Şimdi ben bu konuda bir tespitimi arz edeyim. Shakspeare biliyorsunuz bundan aşağı yukarı 391 yıl önce vefat etti. Ama İngiliz gençliği, Shakspeare İngilizcesini biliyor, okuyor, anlıyor. Ben İngiltere’de bir vapur seyahatinde kaptana sordum. Dedim ki: “Sizin bana bahsettiğiniz kızınız, bu sene üniversiteye başlayacak dediğiniz kızınız, Shakspeare İngilizcesini biliyor mu?” Bana kelimesi kelimesine vermiş olduğu cevap şudur: “İngiltere’de Shakspeare İngilizcesini bilmeyen, anlamayan kimseye münevver nazarı ile bakılamaz. Ben kızıma özel bir öğretmen tuttum. O kızıma Shakspeare İngilizcesini de öğretiyor.” Şimdi İngiltere’de 390 yıl önce ölen bir tiyatro yazarının eserini İngiliz gençliği okuyor, anlıyor ama 30-40 yıl önce ölen bir Türk yazarının eserini biz çocuklarımıza okutamıyoruz ve onu günümüzün Türkçesinde uygulamaya çalışıyoruz. Bu daha ne kadar böyle devam edecek Nuri Bey?
M. N. PARMAKSIZ: Hocam artık dur demek lazım! Siz ve birçok edebiyatçımız yaptığı çalışmalarla zaten ses getirmeye başladı. Şimdi yayın konuğu oldunuz ve şunu söyleyeyim, tabi zamanımız daralıyor, hocam sizden şiir dinlemeden sizi bırakmayacağımızı söylüyorum; yazdığınız şiirler bir tarafa diksiyonunuz da birçok edebiyatçı dostumuza veya dinleyene ilham kaynağı olacaktır hakikaten! Hocam son olarak şiir ve şair hakkındaki düşüncelerinizi alalım, sonra da sizden bir şiir dinleyelim; çünkü bu akşam bir konuğumuz daha olacak inşallah! Elazığ’a bağlanacağız ve Hazar Şiir Akşamları var. Cengiz Aytmatov gelmiş! Cengiz Ayatmatov’a Türk Dünyası Hizmet Ödülü verilecek. Belki de Cengiz Aytmatov ile görüşeceğiz.¬
Yavuz Bülent BAKİLER: Çok güzel. Biliyor musunuz? Beni Elazığ’a davet etmişlerdi. Fakat Ergun Göze ile ilgili bir toplantı olacağı ve bende orada vazifeli bulunduğum için gidemedim. Ama Elazığ’daki bu büyük çalışmadan haberdarım. Gerçekten Cengiz Aytmotov bütün Türk dünyasının tabii dolayısıyla bizim milletimizin yüz akı yazarlarından birisidir. O’nu bizim milletimizin, gençliğimizin, edebiyat öğretmenlerimizin çok iyi okumaları ve anlatmaları gerekir. Bilhassa, “Gün Uzar Yüzyıl Olur” isimli eserini herkesin çok büyük bir dikkatle okumasında sayılamayacak kadar fayda var.
M. N. PARMAKSIZ: Haklısınız Hocam. Aytmatov çok önemli bir yazar. Şiir ve şair hakkındaki düşünceleriniz nelerdir Yavuz Hocam?
Yavuz Bülent BAKİLER: Şiirle ilgili çok tarifler var biliyorsunuz, 40 ayrı tarif. Bana göre şiir güzelliğin gülümsemesidir, güzelliğin nefes almasıdır. Şair de, bir kelime mimarıdır. Bu güzelliği bize duyurabilen insandır. Biz bütün güzellikleri şiir kelimesiyle ifade ediyoruz.
Mesela şiir gibi kız, şiir gibi çocuk, şiir gibi araba, şiir gibi söz, şiir gibi konuşma diyoruz. Bütün bunlardan şiirin bir güzellik unsuru olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Ben de ona, o nazarla bakıyorum. Şair de işte, bu güzelliği bize vermeye çalışan insan. Şimdi bilmiyorum hangi şiirimi okusam.
M. N. PARMAKSIZ: Yavuz Hocam, herhalde hafızanızda vardır, “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” yani hafızanızda varsa …
Yavuz Bülent BAKİLER: Var elbet, ezberimdedir o şiir. Okuyayım size.
Sivas’ta Yoksul Çocuklar
Sivas’ta Ulu Cami avlusunda yoksul çocuklar
Yalvaran gözlerle etrafa baka baka
Açıyorlar küçücük esmer avuçlarını:
-Emmilerim sadaka! Emmilerim sadaka!
Hükümet Konağının yanında biri
Bir avuç kemik, bir parça deri…
“Boya-cila yimbeş, boya-cila yimbeş!” diye ağlıyor
Ve daha fırça bile tutamıyor elleri.
Garipler Pazarı’nda körpe çocuklar
Yorgunluktan güzelim yüzleri al al…
Öldüren bir çığlık dudaklarında:
-Boş hamal! Boş hamal! Boş hamal…!
Nane satan, su satan yetim çocuklar
Şarkı söyleyemediler güneşe, aya…
Biliyorum ne masal dinlemeye doydular
Ne oyun oynamaya…
Vezirci’de, Yüceyurt’ta, Altıntabak’ta
Çocuklar var incecik yüzleri nurdan.
Ama toz-toprak içinde elleri ayakları
Oyuncakları çamurdan…
Ve günahkâr çocuklar, suçlu çocuklar
Mahkeme salonunda bakarım dizi dizi.
Bu suç bizim suçumuz, bu günah bizim
Affedin bizi.
Gökteki yıldızlar kadar sayısız,
Ah yurdumun kimsesiz ve yoksul çocukları
Anladım farkınız yok koparılmış başaktan!
Alın bu gözleri benden, alın bu yüreği artık
Utanıyorum yaşamaktan.
M.N. PARMAKSIZ: Hocam inanın ki, burada olsaydınız görecektiniz, gözlerim doldu. Hakikaten çok etkilendim, siz bu şiiri nasıl yazdığınızı da anlatmıştınız bana.
Yavuz Bülent BAKİLER: Ben de bu şiiri ağlayarak yazdım.
M.N. PARMAKSIZ: Evet biliyorum Hocam, biliyorum, biliyorum.
Yavuz Bülent BAKİLER: İplik iplik gözyaşı dökerek yazdım. Birçok kimseler de bana bu şiiri aynı duygularla okuduklarını ve dinlediklerini söylediler. Siz de o çizgide konuştunuz, çok teşekkür ederim. Ben zaten kahramanlık şiirlerini bile gözyaşlarıyla yazan bir garip adamım.
M.N. PARMAKSIZ: Yani şairi anlatırken Hocam, şair duygu adamıdır diyebiliriz hakikaten.
Yavuz Bülent BAKİLER: Kesinlikle, zaten duygulu olmayan bir adam, katiyen şiir yazamaz, şiire ilgi duyamaz.
M.N. PARMAKSIZ: Hocam çok teşekkür ederiz. Zaman zaman size, fikirlerinize hem Türk dili konusunda, hem şiir konusunda müracaat edeceğiz.
Yavuz Bülent BAKİLER: Estağfurullah, estağfurullah.
M.N. PARMAKSIZ: Hocam programımıza katıldığınız için çok teşekkür ediyorum. Hayırlı geceler.
Yavuz Bülent BAKİLER: Ben de teşekkür ederim. Polis Radyosu dinleyicilerine bu vesileyle sevgilerimi ve saygılarımı tekrarlıyorum. Yinelemiyorum, tekrarlıyorum efendim. Çok teşekkür ederim.
M.N. PARMAKSIZ: Sağ olun Hocam, sağ olun. İyi akşamlar.