Türk Toplumu ve Pozitivizm
1789 Fransız İhtilali sonrasında başlayan kargaşa ortamında,“Ordre et Progrés (düzen ve ilerleme, yani İTTİHAT ve TERAKKİ)” sloganı ile Pozitivist Felsefeyİ ortaya atan ünlü Fransız sosyologu ve felsefecisi Auguste Comte’un(1798-1857) “3 Hal Yasası”, insan zihninin, tarihsel süreç içinde şu 3 merhaleden geçtiğini öngörür: 1) Teolojik Dönem, 2) Metafizik Dönem ve 3) Pozitivist Dönem.
Teolojik Dönem’de insanoğlu bilmediği, bir türlü anlayamadığı olayları hep, aşkın bir kaynakla açıklama yoluna gitmiştir. Yine bu dönemde insanoğlu aklından çok, zihinsel hayal gücünün sesini dinlemiş; hadiselere akıl yoluyla temellendirilmiş açıklamalar getirmek yerine, ilahi anlatımlara başvurmuştur.
Metafizik Dönem’de gerek olaylar karşısında tanrısal açıklamaların yetersiz kalması, gerekse de onların özel yetilerine ve güçlerine duyulan inancın çökmesiyle birlikte, değişik metafizik araştırma yöntemleriyle insan zihni gerçeği kavramaya çalışmıştır.
Pozitivist (Olgucu) Dönem’de ise, metafizik yöntemlerle gerçeğe ve kesin bilgiye ulaşmayı başaramadığını gören insan zihni, olgular üzerinden tümevarım yoluyla, genellemeler ve hadiseleri birtakım yasalara bağlama dönemine ulaşmıştır.
Comte’a göre, bilimin ve bilimsel yöntemlerin, adeta her şeyin önüne konduğu Pozitivist Dönemde, toplumları, öngörülebilir hedeflere yöneltmek mümkün ve hatta gereklidir. Comte, bu noktada,“Ordre et Progrés (düzen ve ilerleme, yani İTTİHAT ve TERAKKİ)” sloganı ile, insanlığa, kendince doğal olarak olması gereken (ve mümkün olan) “en mükemmel yolu” gösterdiğini düşünüyordu…
1880’li yılların sonlarında Osmanlı İmparatorluğu içinde (Askeri Tıbbiye öğrencilerinin kurduğu “İttihad-ı Osmani Cemiyeti” gibi), özellikle askeri okullar olmak üzere, ülkenin muhtelif bölgelerinde (hemen hepsi de son derece vatansever olan gençler) tarafından kurulan, ama yönetime muhalif pek çok gizli cemiyetin bulunduğu bilinmektedir. 1895’de bu örgütlerin pek çoğunun bir araya gelerek kurdukları “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile pozitivizm Türk düşünce dünyasına girdiğinde, Avrupa’da bu felsefenin yıldızı sönmeye başlayalı çok zaman olmuştu!..
Kendi aralarında, Batıcı, Yeni Osmanlıcı, Ümmetçi, Türkçü, vb. gibi farklı şekilde değerlendirilen Osmanlı Aydınlanmacıları, Avrupa’da meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle (bunun nasıl olduğuna bir türlü akıl erdiremedikleri halde), bilimi insan yaşamının temeline oturtan pozitivizme dayanarak, esasen bir “şark milletleri kompozisyonu” olan Osmanlı toplumu için, bir “gelecek tasavvuru”na giriştiler. 19. Yüzyıl sonları ve 20. Yüzyıl başlarında, bu tasavvurla vazedilen ve bir asrı aşkın süredir uygulanmasına çalışılan ve 1940’lardan itibaren adeta kutsanmaya başlanan toplum düzeni modeli, o günden bu yana hiçbir yönden sorgulanmıyor, sorgulanamıyor!
Bu model aslında, biri devletin yapısını ilgilendiren siyasi sistem, diğeri ise toplumun kültür ve inançlarını kapsayan moral değerler sistemi olmak üzere, başlıca iki kısımdan oluşuyor. Devletin yapısı ile ilgili kısım, Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1927 yılında “sadece bir siyasi parti için” vazettiği “Dört Ok (Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik)”a, 1931’de “İki Ok (Devletçilik ve Devrimcilik)”un daha eklenmesi ile son şeklini alan “Altı Ok”tan oluşan siyasi manifesto, hemen Atatürk’ün vefatından sonraki yıllardan başlamak üzere, zamanla A’dan Z’ye, “devletin ve toplumun tamamına şamil”, adeta bir “kutsal” haline getirilmiş bulunuyor…
Dolayısı ile de, birtakım kişi ve kuruluşlar, adeta Ortaçağ Engizisyonları gibi, kendilerini bu manifestonun bekçileri olarak ilan etmişler. Bu kutsal manifesto zamanla, bu kişi ve kuruluşların meslekleri (geçimlerini temin ettikleri bir faaliyet alanı) haline dönüşmüş bulunuyor…
Pozitivist toplum modelinin, Devletin siyasi ve bürokratik yapısı ile ilgili olan bu kısmıyla ilgili olarak, ne söylenirse söylensin, Türkiye’de halihazırda aklın bu konuda, herhangi yeni bir sonuç elde etmesi mümkün görünmüyor.
Bu modelin, toplumun kültür ve inançlarını kapsayan moral değerlerle ilgili bölümüne gelince; burada da, “geleneksel kültür” ve “din” alanlarında benzer durumların olduğunu söylemek gerekiyor.
1928’den bu yana tüm Anayasalarda “laik” olduğuna önemle vurgu yapılan Devlet, hem din, hem de geleneksel kültür alanlarında, bu vurgu ile çelişecek şekilde “müdahil” konumdadır. Öyle ki, toplumun en ücra birimlerinde dahi, din ve kültür alanlarında Devlet, bir “müdahaleci” ve “sınırlayıcı” olarak hep vardır! Gelişmiş ülkelerde de bu alanlarda Devlet belki yine vardır; ama, toplumsal ve bireysel üretkenliği ve çabaları destekleyici (ve belki biraz da yönlendirici) bir etkinliğe sahiptir.
Devletin bu alanlardaki mevcut yapısı ve faaliyetleri ile ilgili olarak burada detay bilgileri vermek, konunun anlaşılmasına bir katkı yapmayacak. O nedenle bunun yerine, geleneksel kültür ve din alanlarında Türk toplumunda var olan (ve “sivil” olduğu zannedilen) bazı yapılar üzerinde durmak, çok daha doğru olacaktır.
Başta Türkiye olmak üzere, diğer tüm şark ülkelerinde “İslam” adı altında cari olan çeşitli anlayışlar, farklı organize yapılar halinde, toplumsal yaşamları bir şekilde kontrol edebiliyorlar. Halihazırda İslam adına yaşanmakta olan fiili durumların, ne derece İslami ölçülere uygun olup-olmadıkları da (tıpkı devletin yapısını ilgilendiren siyasi sistemde olduğu gibi) sorgulanmıyor, sorgulanamıyor…
İnsanların, İslam dinini kolaylıkla anlayabilecekleri anlatım ve yorum imkanları varken, adeta pozitivist bir yaklaşımla, dinle ilgili detaylar, birbirleriyle ve yaşamın gerçekleri ile ilişkilendirilmeden ve mantıksal bir sistematiği kurulmadan, tamamen olgulara dayalı olarak tek tek ele alınıyor. Bu ise, sıradan insanların kafalarının karışmasına yol açıyor, dini gerektiği şekilde anlamalarına ve kendi yaşamlarında uygulamalarına imkan vermiyor. Bu ise, din alanında adeta Allah ile kul arasında “aracı”lık yapacak birilerinin varlığını gerekli hale getiriyor. Dolayısı ile de, diğer tüm dinlerle arasındaki en bariz farkın, bir “ruhban sınıfının bulunmaması” olan İslam adına, çeşitli adlar ve yakıştırmalar altında, “formal özellikleri ve nitelikleri son derece belirsiz bir ruhbanlar sınıfı” ihdas edilmiş bulunuyor!
12. Yüzyıldan bu yana tüm Müslüman toplumlara hakim olan (ve aslında, Hz. Peygamber zamanında hiç var olmayan) birtakım “din paradigmaları”nın toplumlar üzerindeki hakimiyetleri, bu işleri kendileri için bir meslek haline getirmiş bulunan bu ruhbanlar tarafından, “İslam” adı altında sürdürülüyor.
Mesela Türkiye’de, laikliği adeta bir din haline getirenlerle, İslamı sosyal ve siyasi bir manifesto olarak kullananlar birbirleri ile karşılıklı kutuplar halinde konumlanmış bulunmaktadırlar. Ancak, her iki kutuptakilerin de düşünceleri ve davranışları, aslında tamamen pozitivist felsefe temeline oturmaktadır. Birinciler pozitif bilimlere, ikinciler ise dini ilimlere dayandıkları söylemleriyle, aynı sonuçlara ulaşıyorlar. Dolayısı ile Türk toplumu, pozitivist bir eksen üzerindeki bu iki kutup arasında gidip-gelmekten başka bir yönde hareket edememekte ve gelişme imkanı bulamamaktadır.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü her yere yazan laik kesimden, uluslararası düzeyde hiçbir bilim, sanat ya da siyaset adamı çıkmıyor! Çünkü, Dünya’da bilim, kültür ve sanatta paradigmalar o derece değişti ki, bizim pozitivistlerin bundan haberleri bile olmuyor. Nasıl ki 20. Yüzyıl başlarında, Batı’daki bilim ve teknolojik gelişmelere akılları ermemiş idiyse, aslında bugün de aynı durumdalar.
Öte yandan, bir insanın “Ben Müslümanım” demesi (her ne kadar “Allah’a teslim olan” manasında, öncelikle bir tevazu anlamı taşıyor olsa da), her Müslümanın “İnsan-ı Kamil (her bakımdan olgun insan)” olması gereğinden dolayı, bu ifade aslında bir “mükemmellik iddiası”nda bulunmak anlamına geliyor. Kaldı ki zaten İslam dininde, bu dinin mensuplarına, ısrarla diğer insanlara “iyi örnek” olmaları emredilmektedir.
Peki, günümüzde Müslüman olduklarını söyleyenlerin, bırakın her konuyu, herhangi bir tek konuda tüm diğer insanlara iyi örnek olabilecek ve onların takdirlerini kazanabilecek derecede yüksek vasıflı oldukları söylenebilir mi?
Tabii ki (ve ne yazık ki) hayır!..
Rakiplerine (ve tabii düşmanlarına) karşı, en azından aynı usul ve yöntemlerin (ya da silahların) kullanılması gerektiğini vazeden bir dinin mensupları olmaları gerekirken, günümüzdeki Müslüman toplumların içinde bulundukları durumlar, hiç de bu ifadeye uymuyor!
Sonuç olarak, bugün Türkiye’de, dini tema peşinde koşturulan kesimler ile, laik tema peşinde koşturulanlar o derece aynı yerdedirler ki, yüzyıldır aralarındaki tartışma konuları da, usulleri de tamamen aynıdır!..
Sanki bütün sorun, her gün tartıştıkları konuları da, usulleri de hızla değişen batılı toplumlarda! Yüzyıllardır zihinlerini Dünyadaki gelişmelere kapatarak, iç çatışmalardan öte herhangi bir mücadele kültürüne sahip olamayan Doğulu toplumlara kusur izafe etmek ne mümkün?!.