Türk Olup İngiliz Yazmak: İskender
Şiiri farklı kılan içerdiği belagattir. Ondaki ahenk, uyum, benzeşim, mecaz ve beliğ ifadeler hatta melodiler insanı kendine çeker.
Belagat dediğimiz bu üstün ifadeler en yoğun şiirde olmakla birlikte nesir denilen metinler içinde söz konusudur. Dilin nesirle belagatinin işlenmesi başta öykü ve roman dediğimiz edebi türleri meyve vermiştir.
Çeviri her ne kadar mükemmel olsa da kesinlikle orijinalin yerini tutamaz. Asıl belagat orijinal metinler için geçerlidir. En üstün belagatli çeviri bir şiir, şairin kendi öz dilinde yazdığı şiirdeki tadı bize vermeyecektir.
Roman, Batı toplumlarının günah çıkarma formatında kendi anadilinde belagatli ifadelerle bir çeşit itiraftır. Dil konusunda Gustave Flaubert, çağdaşı meşhur romancı Balzac’ı kullandığı dilden dolayı eleştirmiştir.
Bu bağlamda Elif Şafak’ın son romanı ‘İskender’e baktığımızda nesirde belagatin kullanımı açısından eksiklikler görüyoruz.
Sayın Şafak ve onu takdim edenler çok büyük bir özellikmiş gibi yazarın eserlerini İngilizce olarak yazdığını ve sonrasında Türkçeye çevrildiğini ifade ediyorlar. Yukarda değindiğimiz üzere hiçbir çeviri eser orijinalin yerini tutamaz. Türk olarak İngilizce yazdığı bir eseri Türkçeye çevirmiş olsa bile o her halükarda çeviri bir eserdir. Türk diline ve edebiyatına mal edilemez. Sayın Şafak İngiliz edebiyatı mı yapıyor; Türkçenin anlatım zenginliğini mi ortaya koymaya çalışıyor önce buna karar vermeli. Ki zaten ‘İskender’i okuduğunuzda Türkçenin nameli izlerini yeterince bulamıyor belirgin bir eksiklik hissedip çeviri tadını alıyorsunuz. Burada Orhan Pamuk’un romanlarında kullandığı Türkçeyi hatırlamanızı salık veriyorum. Şayet Elif Şafak’a ‘İskender’deki Türkçe kullanımından dolayı ödül verilirse elbet şaşırmayacağım. Türkiye gibi bir ülkede böyle bir ödülün verilme olasılığı hem çok yüksek hem de ‘hak yerini buldu’ anlayışıyla yerinde bulunulacaktır.
Kapak resmini bende eleştiriyor ve kitap içeriğiyle resimler arasında bir alaka göremiyorum. Bu resimler ne açıdan kondu romanın içeriğiyle bir türlü ilinti kuramıyorum.
Belirttiğim üzere dilde çeviri tadı hissediliyor. Türkçenin yoğun bir cümbüşünü bulamıyorsunuz anlatımda. Anlatım zaman zaman sığ ve yoğunluksuz. Üniversitede bir hocamız Avrupa’da roman yazarlığının bir çeşit endüstri haline geldiğinden bahsetmişti. İsim yapmış bir yazar romanın kurgusunu oluşturuyor; bu kurgudaki ayrıntıları ise etrafındaki asistanları yazıp dolduruyor. Sonuçta çok satan endüstriyel ürün bir eser ortaya çıkıyor. ‘İskender’de anlatım özellikleri düşünüldüğünde böyle bir benzerlik görebiliyoruz.
Televizyonlarda izlediğimiz dizileri roman boyunca sürekli hatırlıyoruz. Adeta bir dizi film senaryosu olmuş bu roman. Kahramanların yaşadıklarının anlatımında bir dizideki veya izlenmiş bir filmdeki sahneleri sık şekilde hatırlıyorsunuz.
Baştan sona okuduğunuzda romana verilebilecek en son adın ‘İskender’ olabileceğini anlıyorsunuz. İçerik düşünüldüğünde romanın hak ettiği ad ‘Pembe’dir. Böyle bir adın, anlatımdaki pembeliklerle birlikte fazla pembe olabileceğinden kaçınmış olabilir yazar. Güneydoğu kökenli İngiltere’de yaşayan bir kadının dramının anlatıldığı bu eserin hak ettiği isim gerçekte bu kadının yada ikizinin adı olmalıydı. ‘İskender’ ismi adeta zorlanarak verilmiş. Güneydoğu gerçeği düşünüldüğünde bu yörede İskender isminin kullanılma gerçeği yüzde sıfırdır. Ancak ortaçağ döneminden çıkmış masallardaki cadı karısı tasvirli güneydoğulu yaşlı kadın pembenin oğluna İskender ismini öneriyor. Bu anlatım roman gerçekliğini bozuyor. İskender’in kendini kendi ağzından el yazısı şeklinde anlatması da romanın kurgusal anlatımında doğrusu sırıtıyor. İskender isminin kullanılması ve bu karakterin anlatılması romana adeta zoraki girdirilmiş izlenimi veriyor.
Güneydoğuda doğup büyüyen Pembe’nin anlatımı düşünüldüğünde lise seviyesinde yarım yamalak eğitim almış bir güneydoğulu kadın izlerini hiç göremiyoruz. Pembe olarak anlatılan, gayet çağdaş modern bir kadın görüntüsü veriyor. Güneydoğu inanç ve değerlerini taşıyan ama İngiltere’de yaşayan modern görünümlü kadın tipini maalesef yazar veremiyor.
Romanda bunun benzeri anlatımda ve kurgu bağlantılarında gerçeklik sağlanamıyor. Adem’in evlenmesi tamamen masalsı bir olayla gerçekleşiyor. Bir asker kendi doğum yeri ilde askerlik yapamaz. Ama yazar, Adem’in kardeşine kendi baba memleketinde askerlik yaptırıyor. Hiç tanımadığı insanlarla hemen senli benli yapıyor. Kızlarla tanışıp muhtarın elinden tutarak hemen kız istetiyor. Güneydoğu insanı yardımsever ve misafirperverdir. Ama yabancıya elbet belli bir mesafede davranır. Adem’e yabancı gibi davranılmaması burada ilginç. Yazar acaba kullandıkları ortak dilden dolayı onların hemen kaynaştıklarını düşünerek mi bunu anlatıyor? Bu durumda bu dil ortaklığının da eserde anlatılması gerekiyordu. Aksi durumda ilintisiz ucube bir durum ortaya çıkıyor.
Yazar, azda olsa bazı tarihsel dini anlatımlara giriyor. Yunus isminden hareketle Hz. Yunus peygambere değiniyor. Yazara göre peygamber Yunus peygamberlik görevinden kaçıyor. Oysa gerçek hiçte öyle değil. Hiçbir peygamber görevinden kaçmamıştır. Yunus peygamberin kaçması tüm kapasitesiyle görevini yaptığı halde halkından beklediği karşılığı alamamasından dolayıdır. O, Allah’ı tanımayan inançsız halkına kızmış ve bu haletle halkını terk etmiştir. Ama onun bilmediği, anlattıklarının karşılığını almak değil asıl görevi insanlara Allah’ı anlatmaktır. Peygamberlerin asıl görevleri toplumlarına tüm imkanları kullanarak Allah’ı anlatmalarıdır. Yunus peygamber haddi olmayarak bunun ilerisine geçer. Asıl görevi anlatımına karşılık bekler. Bulamayınca da kendince kızıp halkını terk eder. Bu hata ona bir anda koca denizin ortasında balığın karnında buldurur kendini. Ancak o zaman anlar hatasını ve Allah’a şöyle seslenir: “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü minezzâlimîn (Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiya sûresi 87)
Mekanlardan biri Urfa olunca yazar, Hz. İbrahim’in ateşe atılmasına da değiniyor. Yunus peygamber anlatımında olduğu gibi yanlış ve eksik bilgiler veriyor. Yazarın anlattığı, tavanı doğal olarak delik kutsallık izafe edilen mağara için yöre halkının, Hz. Musa kıssasından esinlenerek uydurduğu bir hikayedir. Doğumu engellenmek isteyen asıl peygamber Hz.Musa ve zalim kral ise Firavun’dur.
Romanda birkaç yerde geçen en büyük dinsel ifade yanlışı, ‘Allah’ yerine ‘Rab’ ifadesinin kullanılması. Kuranda ve hadislerde Allah yerine zaman zaman Rab ismi kullanılmıştır. Ancak bu, Rabbim ve Rabbimiz şeklinde ben, biz ve bizim anlamıyla birlikte bir kullanımdır. Yalnızca ‘Allah’ anlamında ‘Rab’ ifadesi İncil’de kullanılır ve İncil’in bariz ifade özelliklerinden biridir. Yazar ne hikmetse Allah yerine İncil’deki şekliyle sade ‘Rab’ ifadesini kullanıyor. Dua eden kişi zannedersiniz ki bir Hıristiyan. Müslüman bir kişi Allah’a İncil’deki ifade gibi ‘Rab’ diye hitap etmez. İlla diyecekse ‘Rabbim’ veya ‘Rabbimiz’ der. Yazar İncil’den çok etkilemiş gibi. İncil ifadesini bırakamıyor.
Baş tarafta romanla ilgili bir çizelge verilmiş. Bu, olayları anlamamıza yardımcı oluyor; güzel olmuş. Ama hemen bize Orhan Pamuk’un ‘Kar’ romanında sonda verilen çizelgeyi hatırlatıyor. Bir etkileşim ve esinlenme mi var diye ister istemez düşünüyorsunuz.
İskender ismi ve karakteri iğreti ve zorlama olarak dururken İskender dilinden anlatımların sonlarına doğru hayal mi gerçek mi, ne ilintide ortaya çıktığı belirsiz Zişan hayal-gerçek şahsı çıkar ortaya. Zişan diliyle yazar, manevi-ruhsal bir anlamda tasavvufi anlatımlara girer. Böylece romana manevi bir ruhta verilmiş olur. Oysa İskender karakterinde olduğu gibi Zişan karakteri daha da bir zorlamadır. Zoraki ortaya çıkmış bu anlatılanlar arasında okura adeta bunun dilinden nasihat verilmek istenir. Bu, anlatıma zenginlik ve tasavvuf katacağı yere bunları bozar. Pembenin yaşadıkları Zişan’ın söylediklerini gölgede bırakır.
Küçük polisiye kurgularla anlatımın tek düzeliği canlandırılmaya çalışılır. Bu kurgular ve bağlantılar yeterince gerçekçi değildir. Diğer taraftan yazar başta kurguladığı romanında anlatımın tek düzeliğini gidermek için adeta ekleme kurgular geliştirmiştir. Dikkatli bir okuyucu bu tadı alır.
Edebiyatta asıl olan anlatımdır. Dilin bütün güzellik ve zenginliklerini kullanarak bir anlatı ortaya koyuyorsanız ne anlattığınız ikinci planda kalır. Nesirdeki edebi özellik budur. Öz dilinizi tüm harikalığıyla zenginlikler oluşturarak kullanmak.
Bu açıdan sayın Elif Şafak, İngiliz dilinde yazmanın havasına kapılmadan kendi öz dilinde Türkçemizi daha bir zenginleştirerek ‘İskender’i yazmış olsaydı hem Türk insanı üzerinde etkili hem de yarınlara kalıcı olurdu.