Terlikten Maden Oyunu
Romalı General “Germanius’un şehri ele geçirip, kendi adına izafeten ‘Germanikopolis’, daha sonra ‘Ermenak’ , en sonunda da ‘Ermenek’ adını alan, bağrında ise yükseklerde yaşayan yiğitleri barındıran Anadolu’muzun bu ilçesini ne kadar tanıyoruz? Yörüklerin yatağı Torosların kıyıcığındaki bu şirin kasabanın yiğitleri, tıka basa dolu heybeleriyle atları üzerinde ilerlerken taş döşeli dar yollarda çınlayan nal sesleri, sabahın erken saatlerinde kayaların üzerine inşa edilen evlerde yankılanırdı...
Bahri’nin babasından kalma kayaların üstündeki derme-çatma evine sürekli keklikler konuyor, penceresinden bakıldığında, İrem bağlarının yeşilliği az da olsa görünüyor, yedi yüz yıllık Ala köprüsünün altından geçen Göksu Çayı’nın gürül gürül sularının sesi kulakları tırmalıyordu. Ah o Ala köprüsü! Bazıları ona Görmel Köprüsü de derdi. Üzerinde hangi ayakların izi kalmadı ki; kaç kişi, aşkına kavuşamamanın ıstırabı ile kendini boşluğa bırakmadı… Bazıları da kendilerini suya atmadan ceketlerine intihar mektubu bırakıp, köprünün kıyıcığına koyup alıp başlarını İstanbul’a, İzmir’e ve başka şehirlere sitemce gitmişler… Hatta gidenlerin izine bile rastlamışlar… Ya kasabanın güzel kızları… Onlarda yemenilerini köprünün kenarına bırakıp sevdalarıyla birlikte uzaklara kaçmışlar… Ve daha nice hikâyeler… Ama onları anlatacak yaşlılarda ölünce öyküleri de yetim kalmış…
Bahri’de kimdi değil mi? Tam bir Anadolu delikanlısı, esmer, kahverengi gözleri çukurca, siyah saçları parlak ve sık değildi. Çukurlaşan yanakları çok sigara içmesindendi. Okumayı arzulasa da babasının durumunun kötü olmasından dolayı ilkokulu bitiremeden tarlada çalışmaya başlamıştı… Babası iki göbek uzak akrabası amcasının kızıyla evlendirdiğinde yaşı da henüz küçüktü. Tabak gibi yüzündeki kalın kaşları ve iri siyah gözlü karısı Fatma da öyleydi…
Fatma erken kalkmıştı. Yatağın içinde gözlerini ovuşturarak kocasına baktı… Saçlarını okşayıp koynuna iyice sokuldu, teni kömür kokuyordu. Sıcak bacaklarını kocasının soğuk bacaklarına değdirdi, ısıttı… Bahri, sırtını döndüğünde, daha da sıkı sarıldı… Uzun süre bırakmadı… Uyandırmaya kıyamasa da yavaşça seslendi:
“Günaydın aşkım, işe geç kalacaksın…”
Horozun sesi keskindi. Bahri yüzünü yeni doğum yapan karısına dönüp dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu... Karısının gözlerinin içine bakarak:
“Ne çabuk sabah oluyor. Yerin yüzlerce metre altında zaman geçmiyor be Fatma’m! Hep sizleri özlüyorum… Hele çocuklar, gün boyu burnumda tütüyor…” dediğinde karısı, “Ben kahvaltını hazırlayım…” diye yatağından doğrulduğunda Bahri karısının kolunu sıkıca kavrayıp, kendine çekti… Tenler birleşikti… Fatma, “Kuduruk” diyerek kendini kurtardığında uyuyan yeni doğan bebeğinin başındaydı. İçerisi serin diye bebeğinin üzerini bir kat daha örtüp mutfağa geçti…
Bahri aç karnına sigarasını yaktı… Pencereden baktığında hava hala kapalıydı. Üstelik beş gündür yağan yağmur, samanla sıkıştırılmış toprak ve onun üstünde teneke ile kaplı evlerinin damından sızan sular odalara damlayınca, karısı leğenleri nereye yerleştireceğini şaşırıyordu. Bahri sigarasını küllüğe basıp çocuklarının yattığı odaya geçip önce yedi yaşındaki Ahmet’i, daha sonra da üç yaşındaki Gül’ü birkaç kez öpse de, çocukları derin uykularındaydı. Karısı mutfaktan seslendi:
“Hayatım, kahvaltın hazır…”
“Yüzümü kurulayıp hemen geliyorum…”
Sofrada birkaç zeytin ve peynirde tabakta az kalmıştı… Bahri:
“Anlaşılın erzak bitmiş…”
“Maaşını bugün alıyorsun değil mi?”
“Bilmem ki, birkaç gündür erteleyip duruyorlar. Geçen ay sendikaya, şirket maaşları geç yatırdı, diye şikâyet etmiştik. Bakalım inşallah bu ay zamanında alırız… Dolapta reçel vardı. O da mı bitti?”
“Onları da ekmeğin üstüne sürüp çocuklara yedirdim… Senin yemeğini de sefer tasına koydum… Dünden annemler batırık getirmişti, onu koydum. Birde yanına cacık yaptım. Salata da yapayım dedim ama dolapta domates kalmamış. Maaşı alırsan, yarın Ermenek’in pazarına giderim…”
Bahri, “İştahım yok” diyerek pencere kenarına geçti… Kekliklerin dam üstüne konuşlarını izledi. Dar sokağa baktı. Karşılarındaki yılların helvacı ustası Mehmet amcanın dükkânını açışını izledi. Küçüklüğünde bir ara orada da çalışmıştı. Sadece kuru üzüm ve çövenden yapılan helvanın tadını hala unutamıyordu… Sigarasının dumanını araladığı pencereden dışarı savurdu. Çocukluğunun geçtiği dar sokaklara gözü daldı. Arkadaşlarını anımsadı. Çelik çomak oynadığı en yakın arkadaşı Kuddisi’ye, “Kim bilir şimdi nerededir? Acaba kendini nehre mi attı, yoksa başını alıp başka diyarlara mı gitti? Ne çok da sevmişti Ayşe’sini” diyebildi.
Karısı sehpaya çayını koyunca, gülümsedi…
Buharlaşan pencerenin camını sildiğinde gözü birçok kişinin henüz bilmediği dünyanın en büyük ikinci mağarası “Marospoli”i gördü. Girişi aklına geldi… Uzun süre gözlerini ayırmadı. Ermeneklilerin “Cumba” adını verdikleri mağaranın kapısından Kuddisi’ye birlikte kaç kez girip, gözden nasıl da kaybolmuşlardı… Mağaraya giriş yalnız buradan değildi. Bir de şehrin üst tarafından kayanın dibindeki delikten de süzülmüşlerdi…
Yine bir yaz günüydü. Güneş kasabayı bunaltıyordu. Bahri’yle Kuddisi arkadaşlarıyla oynadıkları birdirbir oyunundan sonra Marospoli’ye ilk kez gitmeye karar vermişlerdi. Bahri:
“İpi getirdin mi?”
“Evet, hem de uzunca…”
“Tamamdır, o zaman takıl peşime…”
İki arkadaş mağaranın girişine geldiklerinde çevrede kimseler yoktu. İçeriye önce, hiçbir şeyden korkmayan Kuddisi girdi. Beline ipin bir ucunu, ardından Bahri de beline ipi bağladığında birbirine kenetlenerek mağaraya girdiler. Mağara ürperticiydi. Dışarıdan gelen ışık uzun bir süre idare etti… Elli atmış metre ilerledikten sonra artık göz gözü görmüyor, yalnızca seslerin yakınlığı hissediliyordu. Bahri korkmuştu, arkadaşına:
“Feneri aldın mı?”
“Almaz olur muyum?”
Kuddisi fenerin ışığını yakınca yarasaların kaçışları, korkularını artırmıştı. Birçok yarasa oradan oraya yer değiştirirken iki arkadaş yalnızca kafalarını eğmek zorunda kalmıştı. Sessizlik beş dakikalarını almıştı… Tekrar küçük adımlarını ileriye yönlendirdiklerinde, Bahri:
“Geri dönelim, sanki burada kaybolup gideceğiz gibi hissettim…”
“Oğlum amma da ödleksin! Erkek adam korkar mı?”
“Ben önümü göremiyorum ki…”
“Sen fenerin ışığında beni takip et, yeter…”
Kuddisi’nin yürüyüşünün sonu gelmiyordu. İki arkadaş da nefessiz kalmıştı. Bir ara soluklandılar… İçerisi gittikçe soğurken, kimi zaman yolları daralıyor, kimi zamanda genişliyordu…
Kuddisi birden durmuştu…
“Bahri oğlum neden ses vermiyorsun, orda mısın?”
Ses yoktu. Kuddisi sürekli “Bahri! Bahri! “ diye bağırıyordu. Feneri sağa-sola tutsa da arkadaşını göremiyordu. Korktu… Ürktü… Kalbi gittikçe hızla atmaya başlamıştı. Birkaç adım geriye dönüp, tekrar feneri etrafa göz gezdirince, arkadaşını suların içinde gördü… Bahri beline kadar sular içinde gömülü ve baygındı… Kuddisi feneri vücuduna sıkıca bağlayıp, arkadaşının yanına gittiğinde, o da suların içindeydi. Su, buz gibiydi. Bahri’ye birkaç kez daha seslendi. Yine yanıt yoktu. Kuvvetli bedeniyle arkadaşını çekmeye çalıştı. Becermişti… İkisi de bitkince sudan kurtulmuş, taşların üstündeydi… Bahri yavaşça gözlerini araladığında, “Öldüm mü?” diyebildi… Kuddisi, “He ya, cennettesin…” diyerek gülümsedi…” Bahri:
“Daha fazla gitmeyelim… Hem korkuyor, hem de çok üşüyorum…”
“Yok, öyle pes etmek… Ölmek var dönmek yok!”
İki arkadaş fenerin cılız ışığında sessizce ilerlemeye devam ettiler. Birkaç kola ayrılan dolambaçlı yollara girdiler. Sarkıt ve dikitlere ürkekçe baktılar. Kuddisi birden durunca Bahri’de durdu. “Neden Durduk?” dediğinde arkadaşı “Neden olacak, yere bak yere!” sözüyle Bahri gördüğüne inanamadı. Korkudan küçük dilini yutacak gibi oldu. Aniden geri çekildi. “Vay anaaam! Bu kemiklerde neyin nesi?” sözünü birkaç kez tekrarladı. Kuddisi, “İnsan kemikleri bunlar… Kim bilir kaç yıl önce ölmüşlerdir…” diyerek adımlarını kurukafadan uzaklaştırdı. Tünelin sonuna gelmişlerdi. İki yöne ayrılan yolun başında beklediler. Sonunda sağ tarafa gitmeye karar verdiler. İçi su dolu çatlaklardan geçip yürümeye devam ettiler. Kuddisi feneri arkadaşının yüzüne tutarak:
“Babam anlatmıştı. Bu çatlakların bulunduğu yerde göl halini alan düdenler varmış. Hatta öyle ki, bunun uzunluğu bizim kasabanın arkasındaki köye kadar gidiyormuş…”
“Oğlum ben iyice tırstım. Hadi dönelim!”
“Birkaç metre daha gidelim, söz döneceğiz…”
Kuddisi sanki bir şey hissetmişçesine birkaç adımdan sonra birden durdu. Cebine koyduğu taş parçasını alıp, ileri doğru fırlatıp bekledi. On-on beş saniye sonra gelen “Fooooşşş!…” sesi korkunçtu… Bahri gerisin geriye dönüp kaçmaya başladığında yere düştü. Burnu kanadı… Kuddisi karanlıkta akan kanı bile göremedi. Gömleğinden yırttığı parçayı arkadaşının burnuna tampon yaptı… Usulca geri döndüklerinde hangi yoldan geldiklerini şaşırmışlardı. Saatlerce ilerleseler de mağaranın ışığı bir türlü görünmüyordu…
Yorulmuşlardı…
Bir köşeye oturup çaresizce beklediler…
Karısı sehpanın üzerinden boş bardağı alınca, Bahri’de madene inmek için kapının önünde vedadaydı… Aklı hala o mağaradan baygın olarak nasıl kurtarıldıklarındaydı…
Bahri maden tünelinin girişine gelmeden önce her gün gördüğü “ Sevgili Babacığım, çalışırken beni ve annemi unutma. Kendini meslek hastalıklarından ve iş kazalarından koru. Biz senin eve dönmeni hasretle bekliyoruz. Oğlun Mehmet 01.09.2010 “ levhasında yazılanı kim bilir kaç kere okumuş ve ailesine dua etmişti. Maden ocağının girişini görünce, Kuddisi’yle gittiği mağarada yaşadıkları film şeridi gibi gözünün önünden gitmiyordu. Duasını edip içeri girdiğinde arkadaşlarıyla birlikteydi. Başlıklarındaki ışıklar ölgün sarı ışıklarla birleşse de dehlizin sanki sonu yok gibiydi… Bahri yanında birlikte yürüdüğü arkadaşı Ömer’e:
“Yarın maaşlar yatar mı, sence?”
“Bilmem ki gardaş.. İnşallah yatar. Vallahi evde bir şey kalmadı. Hanım sızlanıp duruyor. Anam erzak taşıya taşıya artık kendi evinde erzak bırakmadı.”
“Bizde de durum aynen öyle… Artık şirket yukarıda yemek yememizi de yasaklamış. Neymiş zaman kaybı oluyormuş!”
“Vallahi bende evden getirdim… Paydosta birlikte paylaşırız… Annem batırık getirmiş…”
“Offf! Deme gitsin, en sevdiğim yemek…” Bahri:
“Üç kuruşluk maaşları geç yatırsınlar, yemekleri aceleyle aşağıda yedirsinler, kapıları üstümüze kilitlesinler ve tuvalet izni olmasın… Tıpkı ortaçağ köle devri gibi…” sözü tünelde hızlı yankılanıyordu…
Dayı başı Bahri’nin arkasında konuşulanları işitiyordu… Sinirlendi.
“Hey sen bak bakayım!” Bahri geriye dönüp, “Bana mı dedin?” Dayı başının karanlıkta esmer yüzü neredeyse görünmüyordu… “Sana dedim, ne konuşup duruyorsun? İşine gelmediyse çalışma! Çalışacak dışarıda binlerce insan var!” dediğinde Bahri suskundu. Başını öne eğip adımlarını hızlandırarak dayı başının yanından uzaklaştı… Bahriyle birlikte birçok madenci arkadaşı asansöre bindiklerinde yerin yüzlerce metre altındaydı… Tahta kalaslar ıslaktı… Bahri elindeki kazma, diğer arkadaşı da matkapla kömürle buluşmuşlardı. Kan ter içinde olanca gücüyle çalışıyorlardı. Çıkardıkları kömürleri vagonlara yerleştiriyorlardı. İçeride nefes alınacak hava yoktu. Terler yoğruluyor, kömürle birleşiyordu. Bahri alnında biriken terleri elinin tersiyle sildiğinde yüzünün her tarafı simsiyahtı… Yanındaki arkadaşına:
“Bizim yeni doğan ufaklığa bir ayakkabı aldım, bir görsen amcası, minicik ayaklarına ne de yakıştı...”
“Allah bağışlasın… Adını ne koydunuz?”
“Umut”
Dayı başı yine sinirlice yaklaştı:
“Kesin konuşmayı da çalışmanıza bakın… İstediğimiz kömürü çıkarmazsanız kapıda bulursunuz kendinizi… Çene yapmayın!”
Bahri kazmayı ardı ardınca sinirlice kömür yığınına vurdukça kömürden sızan sular yüzüne sıçrıyordu… Arkadaşı:
“Oğlum senin kazmayı vurduğun yerde su kaynağı var… Sanki birazdan nehir olup içeriye taşacak gibi…”
“Geçenlerde çalıştığım yerde öyleydi. Dayı başına söyledim. Ama “Çalış! Çalış! Çalış…” demekten başka bir şey söylemedi. Çıkınca sendikaya şikâyet etsek mi acaba?”
“Arkadaş kimi kime şikâyet edeceksin? Yemek konusunu söyledik de ne oldu? Yerin altında yemeğe devam ediyoruz… Bizim haklarımızı savunacaklarına onlarda şirketin yalakası olmuşlar… Onlara güvenmiyorum. Üyelikten çıkacağım ama işime son verirler diye korkuyorum. İki odalı derme çatma bir ev aldık, bankaya borçlandık. İşten ayrılırsam, yandık demektir…”
“Bende ayrılmayı düşünüyorum ama Ermenek’te ne iş yapacağız? Yıllardır iş aradık, bulamadık. Sonunda buraya mahkûm olduk…”
Matkap tüm hızıyla çalıştıkça sular da gittikçe maden ocağının içine sızıyordu. Önce küçük birikinti yaptı. Arkadaşı Ömer geri çekildiğinde büyük bir gürültü ile sular ocağın içini hızla kaplıyordu. Can pazarı içeriyi esir almıştı. İlk kaçanlar ortalıkta yoktu. Sular gittikçe yükseliyor, kömür tozuyla birlikte maden balçıklaşıyordu. Batırıklı sefer tası suyun üstünde yüzüyordu. Bahri arkadaşına:
“Arkadaş ben yüzme bilmem ki… Sular iyice yükselirse işim kötü…”
“Kendini serbest bırak, sıkma, telaşe kapılırsan boğulursun…”
“Sular gittikçe yükseliyor. Dışarıdakilerin haberi var mıdır?”
“Olmaz mı, kaçıp kurtulan arkadaşlar durumu anlatmışlardır. Merak etme birazdan bizi kurtarmaya gelirler…”
“Ömer çıkış yollarını da sular basmış… İçeride nefes alınacak gibi değil… Boğulacağız, hakkını helal et!”
“Dayan arkadaşım dayan! Küçük bebeğini düşün…”
“Ayakkabıları da çok yakışmıştı…”
Maden Ocağı’nın dışında hareketlilik yoğundu. Diğer şehirlerden gelen kurtarma ekipleri uzun boruları içeriye gönderip suyun dışarıya tahliyesine çalışıyordu. Bakan ve hükümet yetkilileri sürekli koordine içinde basına gelişmelerden demeç veriyordu. Saatler ilerledikçe yüzlerdeki umutlar yerini tedirginliğe bırakıyordu. Maden ocağında mahsur kalanların eş ve akrabaları gözyaşları içinde içeriden gelecek iyi habere odaklanmıştı. Fatma, elinde küçük bir tahta parçasıyla tahliye borusunun altını kazıyarak saatlerce suyun dışarı daha hızlı tahliye edilmesini sağlamaya çalışıyor, başka bir kadın, akan suyu eline yüzüne değdirerek içerideki sevgilisinin kokusunu hissetmek istiyordu. Birkaç metre ileride bir çocuk gözyaşları içinde: “Babama deyin ki, ‘bu akşam Galatasaray’ın yabancılarla maçı var, hemen çıkıp gelir…” derken bekleşenlerin duygularını allak-bullak ediyordu…
Sular içeride gittikçe yükseliyordu… Ne yere çömelmeye fırsat vardı, ne de bir köşeye sinmeye…
Fatma, madendeki olayı duyar duymaz aceleyle evden çıkınca, televizyonu açık bırakmıştı. Spiker, Yeni yapılan Cumhurbaşkanlığının bin odalık sarayının Cumhuriyetin 91’nci yılında vereceği resepsiyonun maden kazası nedeniyle ertelendiğini ve konuklara verilecek yöresel yemeklerin ise sosyal kurumlara gönderileceğini söylüyordu…
Bahri’nin büyük oğlu evdeki birkaç erkek terliğini odanın içine getirmiş, peş peşe sıralamıştı. Terliğin kapalı ayakucunu, babasının sular içinde kalan karanlık maden ocağına benzetti. Minyatür madenci oyuncağını alıp terliğin içine koydu… Minik elleriyle babasına defalarca dokundu… Gülümsedi… “Seni kurtaracağım baba!” diye babasına seslendi… Cevap yoktu… “Derslerime çalışıyorum, büyüğünce büyük adam olacağım baba… İşittin mi?” sözüne de yanıt yoktu…" Oyuncağını incitmeden terliğin içinden yavaşça çekti. Kalbinin üstüne koyup sımsıkı sarıldı… Uzun süre bırakmadı… Kapının tokmağı vurulunca korktu. Kalbi çarptı. Babasını bırakmadan kapıyı açıp karşısında Babaannesini görünce gözyaşlarını bıraktı… Bahri’nin annesinin yüzündeki çizgileri saymaya kalkılsa, yorulurdu insan. Saçları tıpkı yüreği gibi pamuksu yumuşacıktı… Alnına düşen perçemlerinde kınalı saçları ise, öylesine dağınıktı. Dudakları büzüşmüş, onlarda çizgileriyle kayıptı… Buruşuk ve morarmış damarlı elleriyle dizlerine, dizlerine vuruyor! “Oğlum yüzme bilmez ki, suyun altında ne yapar?” diye dövünüp duruyordu…
Maden ocağında sular yükseldikçe dışarıda da umutlar tükeniyordu… Bahri’nin elleri sımsıkıydı… Bir elinde ailesiyle çektirdiği fotoğrafı ıslaktı… Renkleri solgun ve siyah-beyaza dönmüştü…
Fotoğraf suyun üstünde yüzüyordu