Tekbirlerle Danıştay Baskını!
Az önce TV’lerde Danıştay baskını ile ilgili son haber vardı. Haberi izledikten sonra gözlerimin önünden 2006–2007 yıllarının tozlu dumanlı ve bol kanlı ortamı geçiverdi.
Hatırladığınız gibi adına sonradan mahkemece ERGENEKON Terör Örgütü (ETÖ) denilen “derin devlet” o yıllarda hükümeti devirme planları gereği sansasyonel eylemler gerçekleştiriyorlardı. Danıştay baskını, Malatya Zirve Yayınevi, Rahip SANTORO ve Hrant DİNK cinayeti gibi insanlık dışı suikastlerle ülkede kaos ortamı yaratma, içerde ve dışarıda hükümeti itibarsız ve başarısız kılma çabaları vardı.
İçerde “hükümet muktedir değil, kontrolü sağlayamıyor”, dışarıya da “bunlar ‘radikal dinci’, başka dinlere tahammülleri yok” mesajını vermeyi hedefliyorlardı. Tıpkı on yıllar önce yine azınlıklara uygulanan çirkin muamelenin farklı bir versiyonu uygulanıyordu.
Oysa Osmanlı geleneği, İslam dininin diğer dinlerle bir arada yaşamasının güzellikleriyle doluydu. Mevcut iktidar Osmanlı geleneğine sahip çıkan bir iktidar ve bütün dinlere saygı gösterilmesi gerektiğine inanmaktadır. Ama cumhuriyetin ilanı sonrası özellikle İ. İNÖNÜ iktidarı döneminde azılıklarla ilgili farklı anlayış ve uygulamalar olagelmişti.[1][1]
Aynı tezgâh defalarca sahneye konduğu halde, suikast ve eylemlerle sıkıyönetim ve sonrasında da askeri müdahaleler yaşamış olan bizlere, aynı caniliklerini yutturup yeniden aynı acı finali tattıracaklardı.
Bizleri “kendilerini yönetemeyen yığınlar” olarak gören zihniyet, her türlü dek ve dolapları sahneleyip ülkeyi istedikleri gibi yönetiyorlardı. İşte Danıştay cinayeti de bu oyunun en önemli basamağıydı.
Ak Parti hükümetini sözüm ona irticaı beslediği, cesaretlendirdiği ve neticede ülkeyi karanlıklara sürüklediği yaftalarıyla karalamaya çalıştılar. Söz konusu menfur cinayet(ler)le de bu yaftalarının ne kadar doğru olduğunu ispatlamaya çalışıyorlardı.
Hatırladıkça çıldırmamak için kendimi zor tuttuğum bir konu da, bu kirli ve alçakça cinayetlerde kendilerine en yakın olan isimleri bile seçerken hiç tereddüt göstermemeleridir. Geçmişte de hep böyle oldu;
1980 öncesi Kemal TÜRKLER, Gün SAZAK, Abdi İPEKÇİ gibi isimler hiçbir şekilde ölüm listesine girebilecek kişiler olmadığı halde (inancım hiç kimsenin öldürülmesine izin vermez) bunlar tarafından öldürüldü. Tabi tetiği çekenler dönemin Alpaslan ARSLAN’larıydı. Tetiği çektirenler şimdilerde olduğu gibi o yıllarda da aynı zihniyet ve belki de (bir kısmıyla) aynı kişilerdi. Keza Eşref BİTLİS, Uğur MUMCU HABLEMİTOĞLU cinayetleri de o yıllarda bu güruh tarafından sadece “kaos olsun diye” tertiplenmişti.
Gelelim Danıştay baskınındaki iğrençliğe.
Haber şöyle;
Danıştay eski başkanı Mustafa BUMİN; “Alpaslan ARSLAN cinayet esnasında ve sonrasında ne bir slogan atmıştır ve ne de konuşmuştur…” dedi.
Olayı hatırlamaya çalışalım:
Danıştay cinayetinin işlendiği dakikalarda Danıştay üyesi Tansel ÇÖLAŞAN bütün TV’lere, gazetelere;
“Katil odaya girerken; ‘Allah’ın elçisi ve askeriyiz diye gelmiş, başörtüsü/türban davasından dolayı bu kararı verdiğini ve bundan dolayı cezalandırılması gerektiğini söyleyerek bu işi yapmış ” diye açıklama yaptı. Kamuoyu tabiri caizse yuttu mu? Evet, yuttu.
Kimi televizyonlar, gazeteler, yazar-çizerlerimiz de Tansel ÇÖLAŞAN’ın bu beyanatını esas alarak ASLAN’ın cinayet esnasında ve sonrasında getirdiği tekbirleri, Allah’ın elçisi ve askeri olduğunu anlata anlata bitiremiyorlardı…
Dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER –ki kendileri yüksek yarının başında bulunurken ‘hukukçu ve dolayısıyla adil olabileceği kanaatiyle’ cumhurbaşkanı seçilmişlerdi- bu kaos senaryosuna uygun beyanatlarda bulunmuşlardı. SEZER saldırının;
“Cumhuriyetimizin değiştirilemez olan demokratik ve laik niteliğine yönelik olduğu anlaşılmaktadır” diyerek tertipçilerin istediği tepkiyi ortaya koymuştu.
Bu menfur cinayet ETÖ davasında tutuklu bulunan Doğu PERİNÇEK gibileri için bulunmaz bir fırsattı. PERİNÇEK;
“Danıştay’ın cumhuriyeti savunmadaki kararlı duruşuna belli merkezlerden verilmiş olan cevaptır” diyerek kimleri hedef almanın gerekli olduğunu söylememe gerek var mı?
İşte o gün için istedikleri oldu. Kitleleri hükümet aleyhine kışkırttılar. Cenaze için Kocatepe Camii’ne giden -bugün cumhurbaşkanı olan- Sayın Abdullah GÜL başta olmak üzere hükümet üyeleri tartaklanmaktan zor kurtuldular.
Her yerde” hükümet başörtüsü/türban sorununu işleyerek bu duruma sebebiyet verdi” diye anlattılar ve maalesef kitleleri inandırmakta çok da zorlanmadılar. Neden zorlansınlar ki?! Ülkenin en muteber olması gereken makamı (cumhurbaşkanlığı) ve yargının en önemli kurumlarından olan Danıştay’ın başsavcısı olayın sebebini kesin bir dille gösteriyorlardı; İrtica!!!
Her yönüyle tam bir skandal…
“Biz ne skandallar yaşamışız, bu ne ki” dediğinizi duyar gibiyim. Ama söz konusu adil, tarafsız, dürüst olması gerekenlerin başında gelenler; halk/millet adına karar verenler olunca yaşanılan olay skandalı aşıp başka bir şey oluyor. İşte onun adını biliyorum fakat küçük yaşlarda ailemden aldığım terbiye söylememi engelliyor.
Dönemin Danıştay başsavcısı şimdi ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ BAŞKANI olan Tansel ÇÖLAŞAN Alpaslan ARSLAN’IN ağzından duymadığı (kendisi duymadığını itiraf etti) ülkede böyle bir infiale yol açabileceğini benden sizden daha iyi bildiği halde, cinayetin ve kendisinin açıklamalarının üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen bir kere çıkıp da “ben kendim katilin ağzından bunları duymadım” demedi. Eminim ki bu söylenseydi durum çok daha farklı olabilirdi. En azından niyeti ile ilgili olumsuz düşünmeyecektik.
Kamuoyu Danıştay eski başkanı Mustafa BUMİN’in son açıklamalarıyla ilgili bir kez daha “kimlere inandık, kimlere uyduk ve nasıl aldatıldık” diye içten içe bir “of” çekeceklerdir.
Aslında benim en çok yadırgadığım ve üzüldüğüm şey, Danıştay’ın giriş kapısına bakan Sıhhiye Orduevi’nin güvenlik kameralarının Ergenekon davasına bakan mahkemenin talep etmesine “saklanmasına gerek olmadığı ve bu sebeple silindiği” gerekçesiyle teslim edilmeyişidir. En disipline kurum olan TSK, bu kadar basit bir gerekçeyle mahkemenin talebini karşılamayınca (doğru veya yanlış) bazı kuşkulara kapı aralayacaktı.
Neyse ki halk eski halk değil; analiz ve sorgulama yapabilecek seviyeye gelmiştir...
Bu halk bir daha kolay kolay manipüle edilemeyeceğini o tarihten itibaren net bir şekilde ortaya koymuştur.
Halkın sağduyusuna güvendiğim için son derece mesudum ve geleceğe dair çok umutluyum.
Konumuzun biraz dışına çıkacak olsak da İNÖNÜ döneminde azınlıklara reva görülen muameleleri alıntıladığım bir yazıya kulak verelim:
“Sahi, hiç düşündünüz mü: İslâm'ın adını "irtica" koyup ona savaş açan çevreler, bu topraklarda yüzyıllardır beraber yaşadığımız gayr-ı Müslimlerle aramıza kan davasını nasıl ve neden soktular? Osmanlı'nın "millet-i sadıka"sı, ne oldu da "millet-i haine" oldu?
Onları tehcire tabi tutan İttihatçıların tek günahı bu muydu?
Batılılaşmak için milletin sırtında sopa kıranları, gayr-ı Müslim azınlık neden alkışlamadı? Savaşın ardından gerçekleşen "mübadele"ye neden ihtiyaç duydular?
Neden muvazaalı muhalif Serbest Fırka'yı desteklediler? Menemen olayıyla hiç ilgisi olmadığı halde Hayim oğlu Josef gibi azınlık mensupları, neden darağacında sallandırıldılar? Serbest Fırka'ya oy verdi diye mi? Nasıl olsa Kemalistler Batıcıydı. Eşyanın tabiatına uygun olan azınlıkların Kemalistleri, Kemalistlerin de azınlıkları bağırlarına basmalarıydı. Neden hep tersi oldu?
Gayr-ı Müslim azınlıkların mallarının yağmalandığı 6-7 Eylül olaylarını Batıcılar mı planladı? Bir yanda camileri ahır yapan İnönü, öte yanda "varlık vergisi" adı altında neden onlara zulüm vergisi koydu? Ama, neden?” (M. İSLAMOĞLU)