Taşı Toprağı Altın 2010 Avrupa Kültür Başkenti
İstanbul denildiğinde vatandaşımızın ilk aklına gelen “taşı toprağı altın şehirdir.” Mecazi anlamda zikredilse de bu söz, insana ilk adım attığında “neredeymiş bu altından taşlar” dedirtebiliyor. Yani her gelen bir ümitle geliyor bu şehre... Tarihi mirasını seyre dalmaktan öte, “nasıl zengin olunur bu şehirde?” diye ince hesaplar kuruyor yurdum insanı. Daha doğrusu “kuruyordu”!… İşin kötüsü ince hesaplar da eskilerde kaldı… Bu düşüncelerle gelenler geldi, kimsenin de geri gidesi yok ya da dönmeye mecali yok!...
Sonunda nüfus da patlak verdi!... Bir şehre yığıldı on beş milyon insan, alt alta üst üste yaşamaktan canı sıkıldıkça habire doğurur oldu… Bir de üstüne üstlük doğurmaya teşvik eden, “ayağını yorganına göre uzat” demeyen bir zihniyet nutuk çektikçe ortalıkta, daha da gaza geldi bizim köylü. Hadi Çin nüfusu patlattı da, yine güvenecekleri bir şeyleri var adamların “beyinleri”… Dünyayı sallıyorlar, hiç kimseyi takmadan kendileri olarak yaşıyorlar, anında önlemler alıyorlar her türlü krize karşı. Biz de ne akla hizmet ise onlarla aşık atıyoruz. Sanki çoğaldıkça geçim sıkıntısı azalıyor ya da eve ekmek getirenin ince hesapları kolaylaşıyor, “dur param bol nasılsa, çocuk doğurtayım bizim karıya da, bir kilo kuru soğan yerine iki kilo kuru soğan alır akşama da soğanlı tost yapar yeriz” diyor evin reisi. Zaten halen Türkiye’de erkek çalışır, kadın çocuklarına bakar zihniyeti revaçta. Eve ekmeği zar zor getiren bir babanın sırtına onca hesabı varken, fazladan bir bebek bezi masrafı yüklemenin mantığı ne peki? Eee ilerde ne oluyor, doğur babam doğur, sonra da çocuklar bilinçlendikleri vakit sokaklara dağıtılıyor, “hadi bakalım, eve ekmek getir” deniliyor. Neticede eğitim seviyesi düşük, ekonomik istikrarsızlıkların hakim olduğu bir toplum meydana geliyor.
Alt yapı deseniz o da malum…Ne üst ne alt var ama hepsinde rant var!...Deprem olur, çürük binalar, can pazarı senaryoları…Sel basar, yine olan vatandaşa olur… Bataklık üstüne dikili binalar sular altında, mevtalar kayıplarda, eşyalar yollarda, yağmacılar arayışta…Fırsat bu fırsat, muhalefet ayakta!...
İstanbul’ a bir turistin gözüyle bakıyorum. Yani ne kadar olsa onların gözüyle bakmak zor tabii. İstanbul’da bir turistin rehber gözetimi olmaksızın gezdiğini düşünün bir kere. Muhteşem misafirperverliğimiz, taksi şoförlerinden kazık atma girişiminde olanlarla başlar; restoranda garsonun farklı fiyat listesi (geçirmesiyle!) pardon getirmesiyle devam eder; yolda çantasını kollaması gerektiğini önceden öğrenmeyen turistin, otel odasında cüzdanının kayıplara karıştığını fark etmesiyle süre gider. Bu vb. durumlar ‘her güzelin de bir kusuru vardır şekliyle’ İstanbul’umuz için örtbas edilebilir. Ancak boylu boyunca düşünüldüğünde, kendi insanımızın bile tehlike çanları çalan bir şehirde, üzerine cesaret kürkünü geçirerek hayatını idame ettirmeye çalışması, gelen turist için pek de güzel bir imaj olmasa gerek!
Şüphesiz bu kargaşaların ana sebebi, eğitimsiz kalabalık bir toplumda yaşamamızdan kaynaklanmaktadır. Kitle değil dikkatinizi çekerim ‘kalabalık diyorum’ zira, kitlelerin bile amaçları, belli düşünceleri ve birikimleri olur. Kalabalıklar ise; bir kısmı bilinçli ama geneli boş insan yığınlarıdır. Ve bu amaçsızlık insanları cehaletin kör tuzaklarına iter. İnsanlara iş verilmeyen, ailede küçük yaşta eğitim almadan yetişip, sonra da bilinçsizce toplumun arasına salıverilen, eğitim kavramını sadece kulaktan duyma bilgilerle, okumadan, araştırmadan ve özümsemeden öğrenen kişiler ile; eğitimi elindeki imkanlar dahilinde, daha bilinçli bir ailede yetişerek kazanan bireylerin aynı atmosferi paylaşması nitekim kaos ortamını yaratacaktır. Kimilerine göre kültür mozaiği olan bu çeşitlilik, kimileri için sadece korkudan başka bir şey değildir. Kendi iç sorunlarını çözememiş bir şehre, bazı yakıştırmalarla imaj tazeletmeye çalışan bazı çıkar grupları, aslında turizmde gelinmesi hayal edilen noktalara ulaşmak için tarihi ve doğal güzelliklerin yanında, insanların kendi yaşam alanlarına ve birbirlerine saygı duymaları gerektiğini hatırlamalıdır. Eğer bizim insanımız denize atıklarını atmaya çekinmiyorsa, çöp kutularını bomba olur korkusuyla kaldırmak zorunda kalıyorsa ve çöpleri yere atıyorsa, gece yolda yürümeye korkuyorsa, kimi kazıklasam diye fırsat kolluyorsa, doğanın attığı her çığlıkta ölümle yüzleşiyorsa, bence öyle bir ortamda Avrupa’ya başkent olmaya her anlamda uygun bir şehirden söz edilemez.
Kültür sadece tarihi kalıntılarla-eserlerle ifade edilemez, “halk” ve “halkı yönetenler” gidilen yerin kültür abidesi ve tanıtım aracıdır, bilinçsiz bir toplumda turizmin varlığı soyut kalacaktır!