Tasavvufun Boynundaki Sapıklık Urbanı II
Tasavvufa yapılan eleştirilere akademik olarak izahlar getiren Prof. Dr. M.Erol Kılıç, Prof.Dr.Ethem Cebecioğlu, Doç.Dr. Necdet Tosun gibi akademisyen ve uzmanlar, daha fazla ayrıntıya ihtiyaç duyan, daha teorik ve filozofik bilgiler arayışındaki zihinler için rehber olacaktır. Önceki yazımda da dile getirdiğim gibi, okumakta olduğunuz satırlar konuyu düşünmekle yükümlü olduğunu hissedenlere yalın hale getirilmeye çalışılmış düşüncelerdir.
Şöyle ki ; Tasavvufa yapılan en büyük eleştiri, tasavvufun dinin yerine konduğudur.
Tasavvufla yapılan kalbi keşifleri zevk olarak tanımlayanlar, İslam’la gelen emirlerin incelikleri ve güzelliklerinin keşfi için açılmaya çalışılan algıyı gereksiz görmüştür. Bütün bunlar; dini süsleme çabaları gibi görülerek eleştirilmiş, bunların lüzumsuz ve tahrif edici olduğu iddia edilmiştir.
Tasavvufa eğilimi olan gönüllerin her tür sevgi, muhabbet, aşk ifadelerini; kişileri ve tasavvufu putlaştırmakla suçlayıp, şirke düşmüş kabul ederler. Kuran ayetlerini batıni bir metodla tevil ettiği ve anlamlarını saptırdığını iddia ederler. Bu konulardaki kişisel kanaatim , her insanın hayatı algılamada letafet, zarafet yahut duygusallıkla gelen birtakım irdelemeleri taşımamasından doğan bir inkar hali olduğudur. Daha net bir ifadeyle kimileri yaşamı hulûskâr ve duyarlı, duygusal bakmakla çözümlüyordur, kimileri ise böyle bir çerçeveden uzak kalarak yaşamayı tercih eder. Bu kişinin dış görünüşüne dahi yansır. Kimisi zariftir, kimisi değil.
Yine karşı görüş; çeşitli İslam tarihi kaynaklarında anlatılan Sufilerin tüm dünyada İslam’ı yaymada gösterdikleri çeşitli kerametlerin, din dışı hurafeler olduklarında ısrar eder. Hâlbuki Müslümanlar âleminde kabul edilmesi gerekir ki; Peygamberler için mucizeye ve Allah'ın velî kulları için keramete inanmak “batıl inanç” değildir.
Bunun yanında; yaşadıkları dönemlerde tasavvuf erlerinin, halkı kaderciliğe sürükleyen miskinlik yaydıklarını, egemen güçlere boyun eğdirdiklerini ifade etmeleri de beni hayrete düşüren bir başka yanılgıdır.
Halbuki tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak katıldığını gösteren dünyada birçok örnek vardır. Örneğin; Libya’nın kurtuluşunu sağlayan Ömer Muhtar da bir tasavvuf eri idi ve tüm ülke halkı ile İtalya’ya karşı verdiği mücadele nedeni ile Çöl Aslanı olarak nam salmıştı. Tarihte birebir şavaşmış birçok sufi vardır, bunlardan Hâtem el-Asamm, Cüneyd el-Bağdâdî, Ebu'l-Abbas et-Taberî, Abdurrahman el-Celculî gibi daha nice isimler sayılabilir. Asla bir miskin olarak tanımlanamayacak bütün İslam aleminde lider kabul edilen tasavvuf ilimiyle feyz almış bir başka isim de Sultan İkinci Abdülhamit Han’dır. Tevhid, adalet ve özgürlük timsali kabul edilen halkının özgürleşmesi için liderlik eden Pakistan’ın kurucusu Muhammet İkbal de bir sufidir. Prof. Dr. ÖmerLütfü Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri çalışması da mutasavvıfların nasıl hayatın içinde hizmetlerle meşgul olduklarına dair birçok tespitlere yer verilir. Derviş muhacirler olarak bahsettiği mutasavvıfların , kimilerinin Anadoluda memleket açmak ve fütuhat yapmakla meşgul olduklarını, kimilerinin ise ziraatle hayvan yetiştirmek gibi hizmetlerle meşgul oldukları gibi hakikatleri ortaya koyar. Bu suretle zaviyelerden kültür,imar ve din merkezleri olarak bahsetmesi kayda değerdir. (4)
Tasavvuf karşıtları daima, tasavvufta sorgusuz sualsiz tabi olma hali olduğunu iddia ederler ki; bu konuya şöyle bir şerh düşmek isterim. Yanılgı şuradadır; Tasavvuf hiçbirşey sormayın demez, ifşa edilemeyecek bilgilerin edinilebilmesi için gereken teslimiyet halinin varlığına işaret eder. Bu teslimiyet gereğini de herkese değil bu ilme talip olana söyler ki, hertür eğitimde kişinin yeteneğine göre ayrılması zaten vardır. Fikrimce usul aynıdır. Nitekim ister inanalım ister inanmayalım, artık bu dünyada hala sorgu ve sualle cevaplanamayan birçok olayların olduğu, bilinmeyen ilimlerin yani metafizik olayların varlığının çok daha bariz hale geldiğini inkâr etmek imkânsız. Sormak diyorsanız mesele, tasavvufa talip olmak zaten sormak demektir. Gerçek nedir? Hak nedir? Hakikat nedir? Mahiyeti nedir? Sebebi hilkati nedir? Ve daha birçok soru demektir.
Tasavvuf elbette bir din değildir, diğer yazılarımda dile getirdiğim gibi yine söylüyorum; eleştirmek, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker görevini yerine getirmek olduğu için gayet hoş karşılanabilir. Nitekim tasavvuf ilminin tarihte çeşitli saptırmalara ve yanlışlara alet edilmesi edilmesi, yahut insanoğlunun kendi cehaleti ile şaşkın ve sapkın eylemlere dönüştürmesi mümkün dahi olsa, bu o ilmi sapkın kılmaz, insanı sapkın kılar. Çeşitli kaynaklarda tasavvuf erlerinin de birbirlerini eleştirdiklerinden fakat bunun gayet mülayim bir uslupla yapıldığından bahseder. Dolayısıyla tasavvuf hakkında bütün söylenenler doğrudur iddiasında Sufiler dahi bulunmuyor. Mutasavvıflar da insandır çünkü. Onların da birtakım tespitleri doğru olmayabilir. Değil tasavvuf adına bugün İslam adına da hatalar ve yanlışlar yapılıyorken, sapkınlığı ilme yahut dine değil, cahil toplum karakterlerine munhasır görmek gerek…
Kuran ayetlerinde bilimsel bir takım verilerin günümüzde ilerleme kaydetmekle ancak anlaşılır hale gelmesinden yola çıkarak, her zerre de Allah’a dair keşfi ifade eden tasavvufun geçmişte ve günümüzde kimilerince sapkın ilan edilmesini de anlayabilmemiz gerek. Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kuran-ı Kerim'de evrene dair bilgiler vardır. Fakat biz ancak bu yüzyılda birtakım bilgileri anlama seviyesine erişebildik. Tıpkı yaşadığımız yüzyılın başlarına dek bilim dünyası "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" yer aldığı gibi... Ancak, günümüz bilim ve teknolojisi sayesinde yapılan araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ve belli bir noktaya doğru aktığını ortaya koydu. Bu gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kuran'da asırlar önce açıklanmıştı. Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor. (Enbiya Suresi, 33) Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir. (Yasin Suresi, 38)
Tasavvufta vahde-ti vücud denilen insanda var olan Allah’tan olduğu düşünülen zerrenin keşfinin da anlaşılmamış olması gayet doğaldır. Bugün bu keşfi birçok fizik bilimcisi, Kuantum felsefesi olarak adlandırmakta ve üzerine kitaplar yazmaktadır. Bu konunun, çok daha detaylı bir biçimde ele alınması gereken bazı kavramsal zorluklar ihtiva ettiğinin gayet iyi farkındayım. Bunu, şimdilik bir başka yazıya bırakmalıyım.
Yine bu noktada günümüz ilimlerinin aynı alanda aldıkları yola bir örnek vermek istiyorum. Bugün psikiatri ilminde insanların her birinde Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği ve bunların zikirleri ile ruhi tedavi "yapılabileceğini iddia eden psikiyatrlar var. Bu konuyu modern psikolojiyi İslam tasavvufu ile kaynaştıran, İsviçre’de eğitim görmüş bir psikiyatr Mustafa Merter’in “Dokuz Yüz Katlı İnsan” kitabında okuyabilirsiniz. Konuya dair açıklamalarında yaklaşımını şöyle ifade etmiş ; “İbn Arabi’ye göre, Allah’ın güzel isimleri insanda tecelli etmezse, insan ‘kabz’, yani sıkıntı yaşıyor. Öyle ki, nefesini tutan bir insan gibi oluyor. Allah’ın 99 isminin tecellisini anlayınca, insanların bir çok psikolojik sıkıntısının bu isimlerden bazılarını yaşayamamasından kaynaklandığını düşündüm. Allah’ın 99 isminin her birinin kendine ait sayısı var ve o sayı kadar tekrarlanarak zikir şeklinde bir ibadet olarak uygulanıyor. Ancak Merter, bir terapistin terapi sürecinde Esma-ül Hüsna’yı zikir olarak vermesine karşı: “Zikirden ziyade, o isimleri nasıl yaşayabileceğimiz önemli. Hafız, Vedud, Rahman, Veli isimleri, ne yaparsak içimizde tecelli edebilir? Daha ziyade pratik uygulamaları açısından ele alıyorum. Mesela Rahman’ın tecelli etmesi için, psiko-hijyene dikkat etmek, yalan söylememek, dürüst olmak vs. lazım. Vedud isminin tecelli etmesi içinse yaşlılara yardım edilebilir.” açıklamasında bulunmuş.(5)
Aynı keşfin bir başka izdüşümü de Dr. Faik Özdengül’ün Rumi ve Aşın Terapi kitabında görebilirsiniz. Gayesini şöyle ifade ediyor : Bu kitabı yazmaya karar verdim.Düzgün olması için hayatın, bozmak şart değildi. Bozanların sonradan unuttukları düzgünlüğü onlara tekrar hatırlatmak gerektiğini düşündüm onları suçlamadan. Bir yerlerimizde kalmış, bizlere de unutturulan tozlanmış güzelliklerimizin tozlarını yeniden üfleyip sunmak istedim ihtiyaç duyanlara.Kişisel Gelişim disiplinleri ve Psikoterapi anlamında Mesnevi’nin eşsiz bir eser olduğunu burada vurgulamak istiyorum. Kişisel Gelişimi: kendini tanıma, kendini disiplinize etme ve kendini ifade etme olarak algılarsak, bu anlamda Mesnevi başlıbaşına yol göstericidir. Mevlana Mesnevisinde öncelikle “Kendine doğru yola çık” der. Nitekim Son Peygamber de “Kim kendini bilirse Rabbini bilir” derken kendini tanımanın aslında Yaratıcı’yı tanımak olduğunu vurgular. Mevlana da bu anlamda yolu özetler. Kendinden geçen bir yol. Batılıların akıl yoluyla varmak istedikleri yol için Mevlana “Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar” der. Vahiyden kopan hiçbir disipline yol vermez. (6)
Tasavvuf ilminde en yüksek mertebelerde kabul edilen İmam Gazali’nin kalp ile akletmek üzerine söylediği sözleri de bilim ve felsefeyi hatta düşünmeyi yok etmek olarak algılayanlar olmuştur. Halbuki mutasavvıflar bütün ilimlere vakıf olmuşlar, en son tasavvufla tanışmışlardır, görmüşlerdir ki aslında öğrendikleri her şey tek bir olanı anlatıyor.
“Eğer kendini düzeltmekle uğraşıyorsan,vaziyetin icabı sana farz olan ilimleri ve bununla alakalı temizlik namaz oruç gibi zahir amelleri öğren..Fakat en mühim olanı, ekseriyetin ihmal ettiği kalbin vasıflarını öğrenmek onların övülen ve yerilen kısımlarını bilmektir.Çünkü hiç kimse kalbin kötü vasıfları olan,hırs,haset,riya,kibir,ucb ve benzeri fena hasletlerden sıyrılmış değildir.Bu hastalıkların hepsi öldürücüdür.Bunları ihmal edip zahir ameller ile uğraşmak bedendeki yaraların içini temizlemeden dışını katran ile sıvamaya benzer” İmam Gazali
Yukarıda ifadeye çalıştığım tüm bu iddialar, tasavvuf ilmini reddetmekle aslında İslam’ı yüzeysel yaşayan kalbi ve ruhi keşifleri bidat sayan hissiz bir yaşayışa götürmeye yönelik maalesef zarar verici eleştirilerdir. Dikkatinizi çekerim eleştirmeyelim demiyorum, yok etmek yerine doğruyla yanlışı ayırt etmek maksatlı sorguları tercih etmekten bahsediyorum.
• Akıl, iki çeşittir: Birincisi kazanılan akıldır; sen onu mektepteki çocuk gibi kitaptan, hocalardan, düşünceden, alışkanlıktan, kavramlardan ve yeni ilimlerden öğrenirsin. Aklın başkalarınınkinden daha büyük olur fakat edindiklerinin ağırlığıyla yorulursun. Diğer akıl, Allah'ın ihsanıdır. Onun kaynağı ruhtadır. Gönülden bilgi pınarı fışkırdığında onun kaynağı ne bozulur, ne eskir ne de renk değiştirir. Edinilmiş akıl dışarıdan eve akan bir ırmağa benzer. Eğer yolu üzerinde bir engel olursa aciz kalır. Kendi içindeki pınarı ara sen! Mesnevi IV- 1960-68
Günümüzde tüm dünyada, tasavvuf arayışları çoğalmaktadır.
Batı’da tasavvuf algısı geniş kitlelerce farklı biçimlerde yorumlanmaya başladı. Peki nasıl ve neden ?
Devam edecek…
Dipnotlar :
4- Prof.Dr. Ömer Lütfü Barkan.
turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/barkan.pdf
5- Anksiyeteye Esma ül Hüsna , Psikiyatr Mustafa Merter
http://www.aktuelpsikoloji.com/haber.php?haber_id=205
6- Rumi ve Aşkın Terapi, Dr. Faik Özdengül
http://www.semazen.net/book_cd_detail.php?id=35
Keyifle bekliyorum...
Haziran 6th, 2011 at 00:47Tasavvuf lafı yapılan değil yaşanılan bir bilimsel metod sinselesidir. Sapkınlık zannedenler tasavvufu bilmiyor sadece dedikodusunu yapıp iftira atıyorlar. Bu konu çok geniş bir konu yazınız çok güzel ve yerinde olmuş kutlarım
Haziran 6th, 2011 at 13:03Tasavvuf alimleri şunda ittifak etmişlerdir; "Tasavvufsuz ilim atıl, ilimsiz tasavvuf ise batıldır." Yani tasavvuf, Kuran'ın ameldeki halidir. Peygamberi anlatan "yaşayan Kur'an" tanımına ulaşabilmek için, alimlerce ortaya konan öğretilerin zamanla kurumsallaşmış haline denen tasavvuf; sünneti ihya etmeyi amaç, bu yolda insanları bir araya toplamak için geliştirilen metodları araç kabul etmiştir.
Haziran 7th, 2011 at 03:07Zamanla yozlaşmış tasavvuf olarak adlandırılan ve anlaşılmaktan tamamen uzak bir yapıya dönüşen kurumlara çok büyük eleştiriler yöneltilmeye başlanmış; hakikatın tecelli edip, sünnetin ihya edilmesi için çalışan ve Kur'anın sırlarının araştırıldığı bir yapı olmaktan çıkan tasavvufi gruplar, bu temiz ve nezih kurumun yıpranmasına sebep olmuşlardır.
Fertlerden veya müntesiplerden başlayıp, hak olan bir metodu eleştirmeye başlarsak gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemiş oluruz. Böylece başından itibaren hakikatten sapılan bir durumda, sonuç tamamen hüsran olur. Bugün tasavvuf hakkında kelam edenlerin çoğu ya baştan kabulcü bir mantalite veyahut reddiyeci bir bakış açısı sergilemektedir. Makbul olan ise objektif bir analizle, davanın aslının idrak edilmesine çalışılmasıdır. Ben, bu şekilde Allah'ı yaşama metodunun doğuşuna zemin oluşturan sosyolojik tahlilleri işin erbablarına bırakarak noktayı koyuyorum. Tasavvuf, bihakkal yakin şeriatın içinden sünnetin hayata geçirilmesi için araç olarak muhakkik ve müttaki ulema tarafından ortaya çıkarılmış bir cüz; şeriat ise tasavvuf gibi bir çok islam metodunu içinde barındıran bir külldür. Yani Şeriat tüm hizmet unsurlarını altında barındıran bir çatıdır. Böylece ne şeriattan ne de onun cüzlerinden taviz verilebilir. Cüzlerde bir araya gelemeyenler de küllün parçası olduğunu bilmelidir.
Ayşe hanım her zamanki gibi eğitici bir yazı kaleme almışsınız kaleminiz her daim böyle keskin olsun...yolunuz açık olsun yazarım..dua ile kalın
Haziran 8th, 2011 at 00:23Tasavvuf, dînin kalbî hayatı ve özüdür. Tıpkı bir meyveyi makbul ve lezzetli kılan içindeki özsuyu gibidir.
Bilindiği gibi insanın beden ve rûh olmak üzere iki yönü vardır. Bunların her ikisinin de fıtrata bağlı olan talepleri mevcuttur. İslâm, yaratılıştan gelen bu temâyülleri inkâr etmez. Onları birer vâkıa olarak kabul eder. Ortaya koyduğu temel ölçüler çerçevesinde makbûl olan temâyülleri inkişâf ettirmeye, merdûd olanlarını ise, asgarî hadde indirmeye veya makbûl bir gâyenin emrine sokmaya çalışır.
Dînin vecdinden, yâni mânevî heyecândan mahrûm bir insan, en muazzam bir rûhî hâdiseye bile maddeci bir gözle bakıp işi sâdece şekil planına dökmeye çalışır. Böylece kupkuru ve içi boşaltılmış bir dîn anlayışı ortaya koyar.
Tasavvuf ise, insanı rûha yöneltir. Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin yolu açar. Hakîkaten dinin, insan rûhunu tatmîn eden mânevî cephesi ortadan kaldırıldığında o, sırf fayda üzerine kurulu beşerî sistemler derekesine indirilmiş olur. Bu takdîrde ibâdet ve kulluk hayâtının sâdece zâhirî ve dünyevî menfaat yönüne değer verilip onun asıl gâyesi olan kalbî istifâdesinden mahrum kalınır. Meselâ namaz bir antrenman, oruç perhiz, zekât sosyal yardımlaşma gibi menfaat planına taşınarak bu gibi tâlî faydalarla asıl gâye bertaraf edilmiş olur. Ya da kulluk ve ibâdetlerin edâsı için gerekli olan şartların sırf zâhirî kısmında kalınır. Bunun ise dînin özünden uzak ve gayr-i İslâmî bir anlayış husûle getireceği, insan rûhunun ihtiyâçlarına cevap veremeyeceği ve fıtrî olan din duygusunu tatmîn edemeyeceği âşikârdır. Dînî vazîfelere kalbî bir derinlik kazandırmanın yolu tasavvufî terbiyedir. İnsanlar, dinde derinliğe erişebilmek için birtakım arayışlara yönelmişler ve netîcede tasavvufî terbiyeye ulaşmışlardır.
Ekim 6th, 2011 at 12:01Teşekkür ediyorum Ayşe hanım
Prof. Dr. M.Erol Kılıç, Prof.Dr.Ethem Cebecioğlu, Doç.Dr. Necdet Tosun Prof H.Kamil Yılmaz beylerin Gayretleriyle çıkan Tasavvuf dergisi oldukçada faydalı ve konusunda yetkin bir dergidir kanaatindeyim.
Ekim 6th, 2011 at 12:21sizede çok teşekkür ediyorum Ayşe hanım güzel yazılarınız çalışmalarınız için.