Tasa
Medeniyetin oluşumunu öğrenirken, ateşin bulunması, tekerleğin icadı, barutun keşfi gibi mihenk noktaları arasında, gözlerimin önünden bir türlü gitmeyen bir resim vardır. Medeniyetin oluşumunu öğrenirken, ateşin bulunması, tekerleğin icadı, barutun keşfi gibi mihenk noktaları arasında, gözlerimin önünden bir türlü gitmeyen bir resim vardır. Avlamaya çalıştıkları bir mamutun peşi sıra koştururken, ellerindeki mızrakları savurup duran ilk insanların, mağara duvarına resmedildikleri kare, hep gözümün önündedir.
Bu resmi ve benzerlerini görmek için biraz ansiklopedi karıştırmak, birkaç tarih kitabını yoklamak ya da işin kolayına kaçıp internette gezinmek yeterli olsa da, resmin çizildiği mağaranın havasını koklamak da mümkün… Kars Ani Harabeleri’ni ya da Batman Hasankeyf’i gezin, daha neler görebilirsiniz, neler… Ancak benim içime dert olan; diğerleri kan ter içerisinde avlarının peşi sıra koşturup, boylarından metrelerce büyük ve devasa mamutları avlamaya çalışırken, bir tanesinin neden bir mağaranın duvarına bunu resmettiğidir.
Bana sorarsanız; onlarcası ile birlikte avlanmak ve karnını doyurmayı temin etmek, guruldayan bir mide ile karanlık mağara duvarlarına resim yapmaktan kolaydır. Çünkü muhtemelen epey zorlu bir av sonrası geri dönen diğerleri, bütün gün resim çizen birine vererler verseler, yiyemedikleri kadar birkaç lokmayı layık görüp vermişlerdir. Ve çizdiği şaheserin karşısına geçip izleyen, elleri kömürden siyaha boyanmış cılız ressam; acaba ertesi yeni bir mağara mı aramıştır, yoksa eline bir taş alıp yontmaya başlayarak, kendi avı için mızrak yapmaya mı koyulmuştur? Adam bir seyahate çıkıyor. Atla, eşekle, katırla, deveyle ve çoğunlukla da yayan… Haftalarca dolaşıyor da dolaşıyor. Hastalanıyor, aç kalıyor, saldırıya uğruyor ve bilmediği yerlerin bilmediği dili yüzünden, başına gelmedik kalmıyor.
Fakat yılmıyor ve seneler boyu, karış karış dünyayı dolaşıyor. Dolaşırken bütün gezilerini, gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını ve tanıştıklarını yazıyor. Ve biz bu adama, uygarlığımızın ilk tarihçisi diyoruz; Heredot… Elbette Heredot’u biliyorsunuz ancak O’nu tanımadan, okumadan evvel, Evliya Çelebi’yi bilmekte fayda var. Bunun için de biraz internette dolaşın, aman sakın kitap falan aramayın, eskide kaldı o adetler.(!) ( National Geographic’ın bu ayki nüshasında, Evliya Çelebi’nin dilinden İstanbul sırları var, tavsiye ederim.) Ancak benim içimde dert olan; herkes hanlarda hamamlarda keyif sürerken, evlenip barklanıp çoluk çocuğa karışırken, birinin neden bunca zahmetli yolculuklara çıkıp, bunu bir bir yazmasıdır.
Hani günümüzde seyahat etmenin herhangi bir zorluğundan bahsetmek komik olur. Bir gezi ile ilgili notlar tutmaksa, artık çocuk oyuncağı. Fakat birilerinin, olanca güçlüğüne rağmen bu kadar uzun seyahatlere çıkıp, bunları gün be gün yazmalarını, aklım bir türlü almıyor. Oysa bir savaşın orta yerinde notlar tutmak, yetinmeyip sosyo-kültürel tahliller yapmak yerine, pekâlâ bir konakta keyif sürüp, önündeki meyve tabağına bakarak uyuklamak daha güzel olsa gerek.
Zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelip seçkin bir eğitimden sonra ana dili gibi Fransızca öğrenmişken, subay rütbesi ile savaşlara katılıp sonra da bunun huzurlu emekliliğini sürmek varken, adam ne kadar parası pulu varsa yoksullara dağıtıyor ve sade, hatta paspal bir hayat sürmeye başlıyor. Fakat bıkıp usanmadan yazıyor da yazıyor. Lev Tolstoy’un, küçük bir kasabadaki bir sefil tren istasyonunda son bulan hayatını biliyorsanız, eminim siz de benim kadar şaşkınsınızdır. Niçin oldum olası içimizden birileri farklıydı ve bu farklılıkları değersizdi hep? Nice ressamlar, şairler, oyuncular, yazarlar gelip geçti. Nice seyyahlar, heykeltıraşlar, düşünürler ve müzisyenler. Hangisini hayatının birilerine muhtaç olmadan, sefilleşmeden yaşandığını duydunuz? Doğrusu; ben bu sanatçı tayfasının, cemil cümlesini anlamıyorum.
Ta mağara devrindeki ressamdan tutun da, daha geçtiğimiz yüzyılın en önemli sanat dehalarına kadar hepsinde bir burukluk, bir natamamlık var. Oysa bir paragraf için sabahlara kadar halka halka gözlerle uğraşmak, bir renkli fırça ucundan dünyaları yaratmak, kalan sürü için ne anlamsız, ne değersiz, öyle değil mi? Eser sahibi sırf öldüğü için kıymetli oluyorsa, buna da el insaf ve el izan demekten başka bir şey kalmıyor. Ne gerek var? İyi olanı bulup çıkarmak için bir ömrü feda etmeye, iki anlamlı mısra için şafakları getirmeye, ağır ve tozlu kayaları oylum büklüm yontarak dev gibi heykeller bünye etmeye ne gerek var? Ne gereği var senfonilerin? Kime yarıyor ki kubizm ya da sürrealizm? Bu ülkenin en muhtaç gençleri arasında tiyatrocular varsa, ne gerek var tiradlar ezber etmeye? Huzur; bir tezgâh önünden kuruyemiş satmak, akşama üç-beş kuruş kazanmış olarak evin yolunu tutmak ve kahvehanedeki kuru muhabbeti çayla ıslatmaksa, kime gerek bunca kelimenin sahibi medeniyet? Edebiyat sitelerinde gezinebiliyor ve bir kaç heveskârın yazdıklarını okuyorsanız, soruya cevap veremeyeceğinizi biliyorum.
Bu yüzden ne siz okumaktan vazgeçiyorsunuz, ne de ben yazmaya bir son verebiliyorum. Yine de siz düşünmeye devam edin; belki bir ressamın sırrını, bir müzisyenin dehasını, bir yazarın tasasını ya da bir şairin karşılıksız aşkını anlayabiliriz ve bize de bir soran olursa, verecek cevabımız olur.