Tarihin Tahrifi
Tarihi tahrif etmek giderek yaygınlaşmaktadır. Eskiden bu işi yalnızca iktidarın nimetlerinden yararlanan “besleme basın” mensupları yapardı. İktidar şeflerini övmek için tarihteki her konuyu eğip bükmeye çalışırlardı. Ancak günümüz şartlarında tarihi tahrif etme hevesi, yalnızca iktidar şeflerini övme ve yüceltmenin sınırlarını aşmıştır. Bazen Türk halkını aşağılamanın bazen de “azınlık yağcılığının” bir aracı haline dönüşmüştür. Üstelik bu işi yapanların önemli bir kesimi de bilmedikleri konular hakkında ahkam keserek cehaletlerini ve savunmaya çalıştıkları görüşlerin düşük düzeyini de ortaya koymaktadırlar. Genellikle bütün kötülükleri İttihat ve Terakki’den (İTC) başlatmakta bu kesimin bir alışkanlığıdır. Bütün kötülükler İTC ile başlamış gibidir, eğer o olmasaydı senelerdir bitirilemeyen şikayetlerde başlamamış olacaktı gibi son derece ucuz bir bakış açısı ile bu konular ele alınmaktadır.
“Trakya’nın Bulgarsızlaştırılması ve Ege kıyılarının ve Karadeniz kıyılarının Rumsuzlaştırılması” bir şikayet ve ağlama sebebi olarak başlangıç yapılmaktadır. Hatırlanmalıdır ki Yunanistan ve Bulgaristan Osmanlı’ya karşı ve sömürgeci ülkelerin yardımı ile bağımsız olabilmişlerdir. Bağımsız olduklarında ise nüfusların önemli bir kısmı da Türklerden oluşmaktaydı. Topraklarını, Osmanlıdan yeni bölgeler işgal ederek sürekli büyüttükleri gibi, ülkelerinde meskun olan Türkleri de acımasız bir şekilde ve çok kanlı olarak tasfiye etmişlerdir. Hatta bu tasfiyede, yalnızca Türk olanları değil, Müslüman olan herkesi, Türk, Arnavut, Boşnak, yok etmeye çalışmışlardır. Balkanlardan böylece çok kanlı bir şekilde Sırp, Yunan ve Bulgarlar tarafından tasfiye edilen Müslüman nüfusun (ki bunların büyük çoğunluğu Türk’tür) tehciri ele alınmadan, Türkiye’deki nüfus hareketlerini anlamak ve açıklamak gerçekçi olmaz. Üstelik zaman itibarı ile de Balkanlardan Türkiye’ye doğru yapılan tehcirler daha öncedir. Ege ve Karadeniz kıyılarının “Rumsuzlaştırılmasına” ah vah ederek yüz yıl sonra matem tutan Sayın Ümit Kardaş (Zaman Gazetesi / 19-20 Aralık 2009) niçin Balkan muhacirlerinin acılarını ve kayıplarını hiç hatırlamaktadır? Anadolu’nun “Ermenisizleştirilmesinden” derin bir acı duyduğu hissedilen bu Sayın Emekli Hakimin, Kafkaslardan tehcir edilenlerin acıları için, kayıpları için duyarsız kalmasının sebepleri nelerdir? Siyasal mı, Psikolojik mi? Türkiye’nin hemen her tarafında yaşamakta olan, Adige, Abaza, Çeçen, Gürcü vb. topluluklar anayurtlarını bırakarak Türkiye’ye niçin gelmiştir? 1829’da Doğu Anadolu’daki ilk Rus işgalinden başlayarak, 1878 Berlin Anlaşması ile Uluslar arası bir mahiyete ve desteğe ulaşan Ermeni Sorunu’nun 1915 tehcirine kadar, Türk, Kürt ve Zaza ayırımı yapmadan Doğu Anadolu’da nasıl bir Müslüman kıyımına yol açtığını Sayın Kardaş niçin göz ardı edebilmektedir? Üstelik zaman bakımından, Kafkasya’dan Türkiye’ye doğru yapılan tehcirde Ermeni tehcirinden çok öncedir. 1829’lardan başlayarak 1915’e kadar Ermenilerin yol açtığı kıyımlar da daha eskidir. Bunları dikkate almadan ve yalnızca bir kitaba atıf yapılarak (Modern Türkiye’nin Şifresi) bu konuları anlamakta anlatmakta hayli zor ve sorunlu olmalıdır. Nitekim anlatıların ne ölçüde sorunlu olduğu görülmektedir.
İttihatçıların ihdas ettiği varsayılan “Türkiye’deki Gayri Müslimleri imha ve Kürtleri asimile” etme projesinin Cumhuriyetle birlikte devam ettiği iddiasının da inandırıcılığı şüphelidir. İttihatçıların ve hele Cumhuriyeti kuran kadronun öyle İslam aşkıyla yanıp tutuşmadıkları ve bu aşk ile Gayri Müslim düşmanı olmadıkları da bilinmektedir. Bir tek Mübadele örneği bile bu iddianın yersizliğini açıklayabilir. Cumhuriyeti kuran kadro, gerçekten Türklük ve İslam aşkı ile bu İTC projesini sahiplenmiş ise, nüfus mübadelesi anlaşması ile niçin Balkanlardan hiç Türkçe bilmeyen Arnavutları ve yine hiç Türkçe bilmeyen Boşnakları Türkiye’ye kabul ederek çeşitli illere iskan etmişlerdir? Arnavutların ve Boşnakların, Müslümanlıkları sebebiyle Türkiye’de iskan edildikleri var sayılsa bile Konya / Karaman’daki Hıristiyan Türklerin, mübadele ile Yunanistan’a gönderilmesi Türklük tutkusu ile nasıl açıklanabilir? Sayın Kardaş’ın sahiplendiği bu görüşlerin fazlaca bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Ülkeler arasındaki ilişkilerde “mütekabiliyet” esası olduğu gibi, halkların maşeri vicdanında da aynı karşılıklılık kuralı geçerlidir. Balkanlarda bir grup insan, sırf Türk olduğu için, Müslüman olduğu için kötü muameleye maruz kalıyorsa, evi, arazisi elinden alınıyorsa, inşaat yapması engelleniyorsa hatta zorla Türkiye’ye göç ettiriliyorsa bütün bunlar “mütekabiliyet” kuralı kapsamı dışında ele alınabilir mi? Balkanlardan, Kafkaslardan Türkiye’ye, Türkiye’den de Balkanlara ve Kafkaslara doğru olan nüfus hareketleri ancak mütekabiliyet kuralı kapsamında ele alınırsa daha insani ve daha adil bir analiz yapılmış olunur. Bunun dışındaki yaklaşımlar ise bazı önyargıların tekrarından başka nedir ki?
“Kürtler açısından ise 1921'de Koçgiri'de başlayan süreç 1925 Şeyh Sait Ayaklanması, 1930 Ağrı Ayaklanması'yla devam etmiş, 1937-1938 Dersim katliamıyla zirveye ulaşmıştır.” Dikkat edilirse Sayın Kardaş’ın bu cümlesi de pek sorunludur. Bir defa Koçgiri, Şeyh Said ve Dersim isyanları, Zaza isyanlarıdır. Zazalar Kürt değildir. Her isyanın da sebepleri ve yol açtığı sonuçları farklıdır. Özellikle Koçgiri ve Dersim isyanları nitelik ve içerik itibarı ile bir birine benzemektedir. Ancak 1920 Ekim ayında hangi asimilasyon siyaseti yürürlüğe konulmuştur da Koçgiri reisleri bunu engellemek için isyan çıkarmıştır? Daha henüz Ankara’da bir otorite tesisi başlangıç halindedir. Nasıl bir otorite olacağı da yeterince açık değildir. Asimilasyon siyasetlerini benimsediğini gösteren bir işaret bile yoktur.
Ama Koçgiri isyanı çok kanlı bastırıldığı için Sayın Kardaş’ın böyle ilgisiz sonuçlar çıkardığını varsayalım. Aynı yıl Haziran 1920’deki Yozgat isyanı nasıl bastırılmıştır? Yozgat isyanının bastırılması hakkında Sayın Kardaş vb niçin tek cümlelik görüş ortaya atmazlar? Acaba Yozgatlıların Türklüğü şüphe götürmez olduğu ve onların isyanından bir Azınlık Milliyetçilği malzemesi çıkarılmayacağı için midir? Koçgiri ve Dersim isyanlarının bastırılmasında mezhebi bir kaygının olduğu iddia edilse bile Yozgatlıların mezhebi yok mudur? Şeyh Said isyanı sebebiyle onların Sünniliğini öne çıkaranların Yozgatlıların Sünniliğini bilmemelerini anlamak mümkün müdür?
Cumhuriyeti kuran kadronun, her alanda “tekçi bir görüşü” uyguladığı iddiası da hayli tutarsızdır. O kadro Menemen olayı sebebiyle, hatta hayali İzmir suikastı sebebiyle kaç kişiyi dar ağaçlarında tasfiye etmiştir? Menemen ve İzmir suikastı olaylarındaki mağdurların, mazlumların mezheplerini hatırlamayanlar, niçin Koçgiri, Şeyh Said ve Dersim isyancılarının mezheplerini bu kadar önemsemektedirler? Zazaların mezhepleri önemlidir de Türklerin ve Kürtlerin mezhepleri önemli değil midir?
Tek parti uygulamalarını “tekçi bir görüşle” bir şablon gibi ele almak her konuyu açıklayamayacağı gibi bazı konuları da içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Dünyanın her tarafında tek parti yönetimleri baskıcıdır, otoriterdir. Üstelik Türkiye’deki tek parti düzeni, irtica adıyla kendisi için öncelikli düşman olarak neyi seçmiştir? İrtica kavramının içinde Aleviliğe de yer ayrıldığı iddia edilebilir mi? Ama bütün askeri darbelerin bile birinci gerekçesi irtica olmamış mıdır? Tek parti düzenini, Sünni İslam anlayışının yaymaya ve egemen kılmaya çalışan bir dönem diyebilmek için emekli hakim olmak mı gerekmektedir?
Eksik ve yanlış bilgilerle, tarihi tahrif etmeye çalışmak, insan aklına ve vicdanına karşı hem bir sorumsuzluk hem de bir saygısızlıktır. Tekçi görüşe muhalefet iddiası ile ayrılıkçılığı savunmak ve onların takıntılarını tekrarlamakta insanlığa hizmeti olmayacak bir ayrı yanlıştır.