Tarih Yazılırken…
Sevgili okuyucular, bu pazar sohbetinde sizinle son yüz yıllık tarihî perspektiften bir ufuk turuna çıkalım mı, ne dersiniz?
Evvelâ, bizim medyacıların kolayca ve özellikle de futbolcular için kullandıkları bir tâbiri ne kadar yersiz ve gülünç bulduğumu belirtmek istiyorum: 'Tarih yazmak...' Adamcağız güzel bir gol atmış ve takımının galibiyetini sağlamış, böylece tarih yazmışmış... Ortalık 'tarih yazıcıları'ndan(!) geçilmiyor...
Tarihe doğru bakmak
Efendim, 'tarih' bir gerçektir ve 'ideoloji' ile hiçbir ilgisi yoktur. Yüz yıl önce 20. asrın başlarında, Osmanlı'daki fikir akımları ve ideolojiler hep gerçeklerle karıştırılmıştır. Yapılan temel hataları sıralamaya kalksak, bir köşe yazısı kapsamına sığdıramayız. 'Üç Tarz-ı Siyâset', tek bir militarist kalıpçılığın peşin hükümlerini geçememiş ve 'Osmanlı Milliyetçiliği' adı altında İmparatorluk iddiasını devam ettirebileceklerini düşünen jakoben ittihatçılar, 1. Dünya Savaşı sonunda son bağımsız Türk Devleti'ni de tarihe gömmüşlerdir.
Millî Mücadele'den sonra Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar, çok önemli reformlarla birlikte, hem çekilen sıkıntıların hem de devrimci reaksiyonerliğin neticesi olarak, İmparatorluk mirasını, dünyanın en mütekâmil kültür ve medeniyetiyle beraber reddetmişlerdir. Cumhuriyet'in ilk döneminde gerçekleştirilen inkılâpları uzun uzadıya anlatacak değiliz. Lâkin, en az bin yıllık bir tarih ve kültür mirasının reddi, Türkiye'yi çok dar bir dış politika felsefesine mahkûm etmiş; tarih ve kültür mirasından mahrum kalan Türkiye, basit bir Ortadoğu ve Balkan ülkesi durumuna düşürülmüştür.
Hangi eksen?
Efendim, Âkif'in deyimiyle 'tek dişi kalmış canavar' olan Batı, 18. ve 19. asırlarda en üst sınırlarına ulaşan 'sömürgeciliğiyle' ve 'emperyalizmi' ile güçlenmiş ve zenginleşmiş; diğer taraftan Rönesans'tan beri devam eden bilim, sanat ve fikir hayatındaki gelişmeler de Batı'nın ön plâna çıkmasında tesirli olmuştur. Kısaca, genç Cumhuriyet'in Batı ekseninde bulunması doğrudur. Ancak, bu eksen hikâyesi mübalağalı şekilde istismar edilmiş ve Türk dış politikası, ideolojik temelli körü körüne 'Batıcılık' anlayışına terk edilmiştir. Bu dönemde, özellikle de Şeflik Devri'nde, Müslüman'dan, Türk'ten, sağcıdan, solcudan bahsetmek dahi suç olarak kabul edilmiştir. İşin asıl tuhaf olan yanı, uygulanan sistemin Batı demokrasileriyle uzaktan yakına bir ilişkisinin bulunmayışıdır.
Türkiye, bu pasivist ve paranoid dış politikasına ne yazık ki son yıllara kadar devam etmiştir. Rahmetli Menderes'in bazı millî dış politika uygulamaları ve rahmetli Özal'ın dış politikada değişim için çalışmaları, bu kısır dönemin istisnalarıdır.
Erdoğan'la tarihî dönüşüm
Efendim, tarihin nasıl yeniden yazıldığını görmek isteyenler, futbolcu atraksiyonlarını bir yana bıraksınlar da Başbakan Erdoğan'ın Mısır, Tunus ve Libya ziyaretlerini seyretsinler... Mısır'da, bir gecede değiştirilen dış politikayı, Tunus ve Libya'nın ayyıldızlı bayraklarını, Libya'da 'Şehitler Meydanı'nda kılınan Cuma Namazı'nı anlamaya çalışsınlar...
Ömer Muhtar'ın kahraman torunlarını selâmlayan ve aynı ruhu taşıyan Başbakan Erdoğan'ı dinleyerek heyecanlansınlar.
Eski Osmanlı Coğrafyası'nın mağdur halkına, demokrasi ve lâiklik konularında tavsiyelerde bulunan demokrat Türkiye'nin Başbakanı'na kulak versinler.
Türk Dış Politikası tamamıyla değişmiş ve bütün dünyaya yön verebilecek kapasiteye ulaşmıştır. Artık eksen arayışının önemi kalmamıştır. Türkiye, insan hak ve hürriyetlerine dayanan demokratik ve lâik bir ülkedir. Türkiye, kendisi başlı başına bir eksendir.
Erdoğan'dan öne Libya'ya giden Sarkozy ve Cameron'un düştüğü durum sizlere bir şeyler anlatmıyor mu? AB'nin, makyajı akmış emekli koketlerin benzeyen eski üyelerine âcilen durum değerlendirmesi yapmalarını tavsiye ediyorum.