Sydney’de Gördüklerim (Seyahat-3)
Sydney gezimizin en kayda değer bölgesi tabiki şehir merkezi. Royal Botanik Bahçesini gezmek için bir günümüzü ayırmıştık. Çok büyük olduğunu söylediler. Opera binasının önünden geçerek girdiğimiz bahçenin şirin ruhu hemen sarıp sarmalamıştı benim yeşil seven ruhumu. Sol tarafımda İstanbul Boğazının Marmara'ya açılışının daha bir genişletilmiş halini anımsatan okyanus manzarasıyla birlikte bahçenin derinliğine doğru ilerledikçe cennet ötesi bir yere gelmişim hissi uyandırdı içimde. Olamaz böyle bir güzellik diyordum kendi kendime. “Rabbim buralara daha mı çok özenmiş ne? ” diye acılıyor gözlerim. Ama kıymet bilen insanlara da helal olsun. O muhteşem bitki örtüsünü korumak daha da güzelleştirip insan yaşamına sunmak için, yaşatmak için nasıl akıllıca tedbirler alınmış. Yürüme yollarının ve ağaçların dışında kalan her santimetre kareyi çimlendirip çiçeklendirmişler. Havuzların içinde dev yapraklı nilüferlerin, güzelliklerini sergilemek için köpüren çiçeklerin, ağaçların mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Her biri birer ilahi şemsiye niteliğinde olan devasa tropikal ağaçların, palmiyelerin hiç biri ihmal edilmeksizin bebek gibi korunmuş olduklarını gördüm. Saatlerce her köşesinin seyrine doyamadan, tadı damağımda kalarak gezdiğimiz Royal Botanik parkından, ileriki günlerde yeniden gelmeye söz vererek ayrıldık. Daha sonra Mckell ve Nielsen gibi birkaç nasyonal park daha gezdik. Hepsinin de aynı bakım, itina ile aynı estetik ruhu ve insanlığa hizmet aşkı ile donatılmış olduğunu hayranlık içinde gezdik gördük.
Gezimizin birinde, Botanik Parkın az ilerisinde resim ve heykellerin sergilendiği Art Galeria'yı (sanat galerisi) gezdik kızımla. Dünyanın her yerinden getirilen çok sayıda resim ve heykeller sergileniyor burada. Müzenin mimari yapısından, sergilenen eserlere kadar her şey çok hoştu. İlgi alanıma da girdiği için buradaki eserlerin fotoğraflarını çekip kameraya alabildim fakat Aborjin sanatlarına ayrılan bölümde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Sebebi de Aborjin halkına saygıdanmış. Aborjinlerin mistik inanışlarından kaynaklanıyordu sanırım. Aborjinlerin el sanatları ve resimleri de oldukça ilginçti. Genellikle noktalardan oluşan renkli desenler çiziyorlar tüm el işlerinin üzerine.
Sydney’in şehir merkezinde sayısız gezinti yapacak, görecek çok şey olduğunu söyleyebilirim. Şehrin üzerinde tek ray sistemiyle gezinti yaptıran mini tren (monorail) ile şehrin üzerinde dolaşmak apayrı bir güzeldi… Trene bir kere bilet alıp binince istediğin zaman inebiliyormuşsun… Bunu duyunca kızıma: “Ayaklarım dinlenene kadar tur atalım. Şehri böylece daha iyi görmüş olurum” dedim. Şehrin üzerinde kaç tur attığımızı hesaplamadım. Kızımla birbirimize yaslanarak hem konuşup hem de fotoğraflarını çekerek döndük de döndük! Oh ne güzel sohbet yeriymiş. Hem şehri yukarıdan seyret, hem de sohbet et arkadaşınla!
Dev plazaların orta katları hizasında caddeler üzerinden geçiyoruz. Darling Limanı, Sydney Limanı üzerinde turlar atarak o tatlı yaşam meydanını izlemek oldukça keyifliydi.
DARLING LİMANI
Sydney Limanı’nın yakınında yer alan küçük ama doyumsuz güzelliğe sahip olan Darling Harbour'la (Sevgililer Limanı) Sydney Limanı arasında bir kaç defa yat gezisi yaptık. Darling Limanı’nın güzelliğini anlatmak, seyrine doymak mümkün değil. Limanın çevresinde oldukça hareketli bir yaşam var. Liman çevresinde çok güzel otel, restoran, kafe, akvaryum ve sinemaların dizilmiş olması burayı çok canlı tutuyor. Sydney’in en kalabalık yeri denebilir. Akvaryumdan su altındaki hayatı izleyip elvan çeşit balık ve deniz hayvanlarını, özellikle köpek balıklarını yakından görmek hem ürpertiyor tenimi hem de ilahi gücün sınırsız model ve şekillerini düşündüren okyanus altı yaşamını birebir takip etme şansına sahip oluyordum. Limanda ki hareket kadar insanların saygısı dikkatime takılıyor. Kalabalık içindesiniz ama asla kargaşa, gürültü, uygunsuzluk v.s. yaşamıyorsunuz. Medeniyet seviyesi bu olsa gerek. Avurstralya’nın kuruluş gününde bu fikrim daha da pekişmişti. Onların en önemli günlerinde uluslar arası boyutta oldukça kalabalık arasındaydım ama ne bir sıkıntı yaşadık, ne sıkıldık, ne de huzurumuzu bozan küçük bir olay yaşadık.
Şehir merkezinin içinde yer alan Hyde Park içinde devleşmiş palmiye ağaçlarının gölgesinde Afrikalı zenci kadınların çılgın danslarıyla kutladıkları kendilerine özgü etkinliklerini izlerken benim de dansa katılasım gelmişti… Öyle kendilerinden geçmiştiler ki, simsiyah derilerini dikkate sunmak için ilginç kıyafet ve takılarıyla, yorulmak bilmeyen kıvrak bedenleriyle ilgi topluyorlardı. Hayli ilginç kadınlar vardı burada… Hintli kadınlar da ayrı bir renk cümbüşü içindeydiler zaten.
ANZAK ANITI VE ÇANAKKALE
Hyde Park'ın içinde gezerken Anzak Anıtı’nı görür görmez daldım hemen içine tabi ki... Bu anıtı gezerken çok duygulu anlar yaşadım… Zaten Çanakkale sözü geçer geçmez ağlayan bir insanım. Tam üzerine düşmüştüm... Anıtın içinde Anzak askerlerinin Gelibolu’yla ilgili tüm hatıraları sergilendiği gibi ekranlardan 1915 yılında Anzakların savaşa gidişleri, Gelibolu’ya çıkışları, çarpışma sahnelerinin kamera görüntüleri monitörlerden yayınlanıyordu... Hayret ettim yine. O yıllarda Anzak askerlerinin ellerinde kameraları varmış. Savaşa katılan askerlerin 95 yıl öncesinde bile konserve kavanozlarıyla her türlü gıdaları temin ediliyormuş. O yıllara ait resimlerden de anlaşıldığı gibi askerlerin kıyafet ve teçhizatları oldukça bol ve kaliteliymiş. Bizim Mehmetçik ise üzüm hoşafıyla kuru ekmeği bile zor bularak çarpışmış yavrucaklar... Çok hüzünlü sahneler vardı orda... Anıttan ayrılırken gözlerimde yaş vardı.
ABORJİNLER
Avustralya'nın asıl yerlisi olan Aborjinlere limanda rastlamak mümkün... Koyu renkli tenlerini pek kapatmak istemeyen vahşi görünümlü Aborjin erkekleri, yüzlerine ve vücutlarına beyaz boya ile çizgi çizgi desen yaparak, ilginç takılarıyla çok vahşi bir görünüm içinde, yol kenarında gelen geçen turistlere gösteri yapıyorlar. Ellerinde kendilerine özgü iki metreye yakın uzunlukta borazana benzeyen Didjerido denilen, ''dooot'' diye kalın bir ses çıkaran geleneksel müzik aletini çalarak sanat icra ediyorlar ve turistlerle fotoğraf çektirerek hayatlarını kazanıyorlar...
1700 lü yıllarda İngiliz asıllı insanların buralara gelerek bambaşka bir dünya kurmaları biraz kanlı olsa da bu ülkenin asil sahipleri olan Aborjinlerin, Avustralya Yasaları önünde şimdi her konuda üstün hakları ve öncelikleri varmış. Buraların ilk sahibi olmaktan öte hiç bir özelliği bulunmayan bu insanlar şehirlerde pek yaşamıyorlar. Ülkenin iç kısımlarında, bu kadar gelire ve haklara sahip olmalarına rağmen hâlâ ilkel yaşamlarını sürdürüyorlar… Büyük bir yüzdesi de uyuşturucu kullanıyormuş zaten. Söylentiye göre devlet özellikle onları maddi manevi yönden destek vererek ülke yönetiminden uzak tutuyormuş... Aborjinlerden okuyan, ticaret, siyaset hayatına atılan pek yokmuş...
ASYALILAR VE TÜRKLER
Bir tarafta Avrupalıların bir tarafta Hintlilerin başka bir tarafta Çinlilerin, Zencilerin, Arapların, Türklerin açtıkları stantlarda yöresel ve kültürel özelliklerini taşıyan eşyaları gezmek, restoranlarında -yiyebilirsen- yemek yemek(!)çok güzel oluyor... Biz sadece Arap ve Türk lokantalarında ancak lezzetle yemek yiyebiliyorduk. Bir defasında da Tayland yemeğini rahatlık içinde yemiştim. Çünkü sebze ağırlıklı idi. Diğerlerinin kokusu ve içine konulan malzemelere alışkanlığım olmadığı için asla tatlarına bakmadım. Türk marketlerinde Türk marka ve ürünleriyle dolu olan raflar var şükür ki. Adım başı diyebileceğim kadar Türk kebapçı ve dönercileri var burada. Türk el sanatlarıyla otantik bir şekilde düzenlenmiş olan Mado dondurmacısında baklava ve su böreği bulma imkânının olması da çok güzel bir duyguydu benim için.