Sydney’de Gördüklerim {Seyahat-II}
Beş ay süren Avustralya seyahatimin dikkatime takılan bölümlerini kâğıt ve kalemimle paylaşırken yeniden yaşadım o güzel hatıralarımı. İtiraf etmeliyim, okyanus ötesinde inanılmaz bir doğa harikasının ve bilinçli şehirleşmenin getirdiği doyumsuz güzelliklerin biraz sarhoşuydum desem yeridir. Tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki, okyanus ötesindeydim ama yüreğim seninleydi inan ki sevgili vatanım. Hem geziyor hem de iç geçiriyordum: ''Neden benim ülkemi böyle düşünen, yöneten yok? '' diye. Şehir merkezindeki insanla, merkezden km.lerce uzaklarda köylerde yaşayan insanlara aynı hizmetin gitmesini hayranlıkla ve kendi ülkem adına esefle geziyor, dolaşıyordum.
Gelişmiş ve çok düzenli bir memlekette olmanın avantajlarıyla harika bir rahatlık ve konfor içinde doğan bebeğimizin kucağıma verilişiyle değişen ruh halimi, kaleme dökememenin acizliğini yaşıyordum.
Bir yandan anneanne olmanın getirdiği bir konumu içime oturtmaya çalışırken, öbür yanda düzgün yönetilen bir ülkenin insanlarının huzur ve güven içinde yaşayışlarının bir gözlemcisi durumundaydım adeta.
Bebeğimizin annesiyle uyum içine girip rahatlamasıyla, benim de Sydney’i gezip görme dürtülerim uyanmıştı. Anlatılan güzellikleri birebir görmek istiyordum doğal olarak. Hafta içinde fırsat buldukça eve yakın yerlerde dolaşıyordum. Kızımın oturduğu ev Parramatta Nehri kenarlarına yakın olduğu için ilk olarak buradan başlamıştım gezintiye. Parramatta Nehri kenarlarında gezinti ve yürüyüş için çok güzel mekânların bulunması benim için bulunmaz nimetti. Hafta içi hemen her gün o güzelim yörede hem yürüyor hem inceliyordum sosyal ve doğal dokuyu. Cadde sokaklarında, çarşılarında geziyordum... Yarım buçuk İngilizcemin yetmediği zaman beden dilim devreye girince alış-veriş yaparken çok komik şeyler oluyordu. Gördüğüm her tabelayı zihnime yazmaya çalışarak, yolumu kaybetme riskimi azaltıyordum gittiğim ilk günlerde. İnsanlarının son derece sıcak, güler yüzlü ve medeni oluşları güven içinde huzurlu bir tatil yaptırdı bana. Ömrümün en uzun ve en güzel tatiliydi benim için.
Güney yarım kürede yer alan Sydney’e eylül ayında, ilkbaharın uyandığı mevsimde gelmiş olmam pek çok güzelliği yaşattı bana... Yeşilliği coşturan iklim ve mevsimin yanında, insan rahatlığını ve huzurunu hedef alarak kurulmuş olan şehrin yaşam kalitesi oldukça yüksekti. Tüm evler, villalar harika bahçeleriyle huzur içinde bir görünümdeydiler. Bir gün yağmur yağarken ertesi gün denize girilebilen veya gün içinde bile değişebilen bir hava durumu içinde de olsa havasının temizliği her şeye değerdi doğrusu. Çünkü sanayi bölgesi şehrin oldukça dışında olduğundan tertemiz okyanus havasını kirletecek hiç bir etmen yoktu bu şehirde.
ŞEHİR MERKEZİ (City Center)
Pek çok liman ve koylara sahip olan Sydney’de Pasifik Okyanusu’ndan karanın içlerine kadar giren Sydney Limanı ile Parramatta Nehri’nin kavuşum yerine yakın, harika bir manzarada kurulmuş olan şehir merkezi, inanılmaz bir güzelliği bağrında barındırıyor. Limanlar, koylar, sahiller, plajlar kenti olan Sydney’in şehir merkezi de başlı başına bir değerler manzumesiydi bence. Opera Binası’nı geziyorum önce, müthiş bir tabiat manzarası eşliğinde… Denizin içine doğru çıkmış ve denizden oldukça yüksek bir seviyede kurulmuş olan Sydney’in sembolü Opera Binası’nın çok değişik ve güzellikteki mimari yapısını hayranlıkla izledim. Çevresinde dolaşırken önce hangi tarafa bakayım diye seçim yapamama acizliğine düştüm desem yeridir. Bembeyaz dev bir kuşun kanatlarının çırpınışına benzetiyorum binanın mimarisini.
Çevresinde dolaşırken küfül küfül esen rüzgârın getirdiği tatlı okyanus ferahlığı ile bir tarafında devasa Harbour Köprüsü’nü, diğer taraftan okyanusa doğru boğaz gibi açılan liman üzerinde onlarca gelip giden vapurlar, yatlar, yelkenler izliyoruz. Diğer tarafında Royal Botanik Bahçesi’nin zümrüt gibi yeşilliğinin hemen yanında devasa plazaların yer aldığı şehir merkezinin görüntüleri arasında ruhumun uçuştuğunu hissettim… İnanılmaz güzellikte, dehşet bir manzara vardı karşımda. Kızıma diyorum ki çocuk şımarıklığı içinde: “Siz gidin beni burada bırakın, ben burada yatacağım! ”. Gülüyorlar: “Dur anne! Daha ne güzellikler göreceksin bu memlekette, bunlar daha ne ki! Sen kim bilir neler yazacaksın buraları gezdikçe” diyorlardı.
Gece gezmenin apayrı bir güzelliği var şehir merkezinin… Kartpostalların üzerinde yaşayan hayal dünyası gibiydi ama gündüz seyretmek daha bir hoş geldi bana.
Dünyanın en yüksek köprüsü olma özelliğini taşıyan (Hourbour Bridge) Liman Köprüsü’nün yapısı hayli ilginçti. İki kattan oluşan köprünün alt katından oto yolu, tren yolu ve yaya yolu olmak üzere üç tür yol geçiyor. Tabi ki yaya yolu en kenarda olduğu için harika bir manzara eşliğinde yürüyüş yapmak mümkün. İntihar vakasının oluşmaması için göğüs hizasına kadar demir parmaklık ve belli aralıklarda güvenlik için polislerinin bulunması bu ihtimali yok etmiş. İkinci katı ise köprünün üzerinde derin bir yay çizerek yükseliyor ve sadece turistik amaçlı kullanılıyor. Bu yol üzerinde yürümek isteyenler ücret karşılığında yürüyor. Demir halatlara belinizden kelepçelenerek bağlanıyorsunuz. Sıkı emniyet tedbirleri eşliğinde dağa tırmanır gibi köprünün yay şeklindeki üst katına tırmanarak limanla nehrin kavuşum manzarasını ve şehrin dehşet güzellikte yeşillik ve yapılarını çok daha yükseklerden seyredebiliyorsunuz. Okyanustan gelen rüzgârın tatlı esintisi de insanın içine apayrı bir mutluluk katıyordu.
Arkası yarın inşallah...