Sürecin Dili ve Sorumlulukları
Abdullah Öcalan’la yapılan son görüşmenin ardından, “sürecin ikinci aşamasına geçiliyor” açıklamasını okuyana kadar, “sürecin her an çökebileceği” kaygım yoğundu. Hükümet tarafından yapılan açıklamaları ya da hükümetle arasındaki sınır çizgilerini kaldırmış gazetecileri dinledikçe, “sürecin çatışmalı bir şekilde ilerleyeceğini” düşünmeye başladım. Açık olarak eskisi gibi silahlı bir çatışma süreci hemen başlamayacak belki, ama bu dil ve bu dayatılan eylem biçimleri sürdükçe, süreç “bıçak sırtında” kalmaya devam edecek. Her an yeni bir çatışma riskinin korkusuyla yaşamaya devam edeceğiz.
Biraz açmaya çalışayım. Son iki hafta bir televizyon kanalında “darbeler” ve “barış sürecini” konuştuk. Darbeleri konuştuğumuz hafta aynı zamanda “Gezinin” yıl dönümüydü ve doğal olarak o da gündemimiz oldu. Bahsettiğim gazeteci arkadaşlarla 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi darbelerin değerlendirilmesinde pek farklı şeyler söylemedik. Ama konu Gezi’ye geldiğinde, bu arkadaşlar tüm Türkiye’de –politik olarak yok kabul edilen- milyonlarca gencin katılımıyla gerçekleşen bu eylemi de, tıpkı hükümet gibi, “darbe” olarak adlandırdılar. Barışçıl, demokratik hak arayışlarıyla ortaya çıkmış bir kitlesel eylemin böyle adlandırılmasının haksızlığı bir yana, darbe kavramının içini boşaltıp, gerçek darbecilere karşı duyulması gereken öfkeyi, politik duyarlılığı körelttiler. O eylemlerde yer almış milyonlarca genci yeniden öfkelendirdiler. Siz büyük bir sorumsuzlukla milyonlarca gence “darbeci” demeye devam eder, günün birinde bunların bir kısmının gerçekten darbecilerin kitlesi olabileceğini düşünmeden konuşursanız, Mısır’dan hiçbir ders almamışsınız demektir. Başbakan bir politikacı ve kendi kitlesini kemikleştirebilmek için bu söylemlerden yarar umabilir, ama milyonları hükümet ağzıyla “darbeci” olarak yaftalamaya çalışan “aydın” gazeteciler bu söylemleriyle git gide kamplaştırıcı, yıkıcı bir rol oynuyorlar. Barış süreci sadece AKP hükümeti ile PKK arasında süren bir görüşmeden ibaret değil, şimdilik ortada görünmeyen darbeciler, yeniden sokağa salınan Ergenekoncular da bu sürecin tarafı. Hava biraz daha dumanlandığında kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlayamayacağımız günlerin de gelebileceğini unutmamak gerek. Gezicilerin ezici çoğunluğu barış sürecinin güvencesi olan kitlelerdir, ama bu söylemler böyle devam ettikçe bunun öyle kalacağının garantisi asla yoktur.
Öcalan’ın açıklamaları sürece dair umutlarımızı korumamız gerektiğini anlatıyor. Ama hasta tutsaklara, yeniden hız verilen karakol ve baraj inşaatlarına bakılınca, hükümet kanadının süreci “kendi bildiği gibi” yani 90 yıllık jandarma kontrolleriyle çözmek istediğini gösteriyor. Kürtler karakolların ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar, o karakolların bahçelerinden çıkan cesetleri, o karakollarda kaybedilen evlatlarını, işkenceleri unutmadılar ve bu nedenle dişiyle tırnağıyla direniyorlar. Barışı samimi olarak isteyen her demokratın hükümete dönüp, “durdurun şu karakol inşaatlarını, hiç vakit kaybetmeden hasta tutsakları salıverin, yıllardır Kürt sorununu militarist yöntemlerle çözmeye kalkan diğer hükümetlerden, askeri vesayetten farklı olduğunuzu gösterin, Kürtlere, dağda eli silahlı gençlere güven verin” demesi gerekiyor. Bunları söylemeyenler vebal altındadır, sadece sorumsuzluk değildir bu, ileride Lice’den daha vahimlerinin ortaya çıkması muhtemel, çatışmalı ve kaotik durumun günahlarının suç ortağı olmaktır.
Hem bu suça ortak olup, hem de “aydın” yaftasını taşıyamazsınız.