Süpürgelikteki Dostum
“Otel, insanın kendi evi gibi olmuyor. Biliyorsun geceleri otele saat on ikiden önce girmem gerekiyor. Yan odalardan gelen gürültülerde cabası. Yazılarımı bile gürültü olmasın diye battaniyenin altında yazmak zorunda kalıyorum. Kirlenen elbiselerimi merdiven boşluğunda yıkamak hiç de kolay değil. Sabahları tuvalette sıra beklemesi de cabası!..”
“ Anladım”
Birkaç dakika sonra, köhne bir eve geldik. İki katlı sütün körü sarıya boyanmış derme çatma bir evdi. Üst katın çatısı bile yoktu. Bir kaç kat daha çıkılabilir düşüncesiyle, demirler yukarı doğru paslı duruyordu. Âdem, yaşlıca, gözlüğü kalın ve beyaz sakallı sıska amcaya;
“ Sıtkı Amca, bu kardeşimle bizim gazetede birlikte çalışıyoruz. Temiz bir arkadaş. Ona kiralık ev lazım”
“Gavurlar mı gelmiş?” sözü beni güldürmüştü. Yanındaki karısı, sırıtan Âdem’e;
“Evladım, biraz hızlı konuş, kulaklarını da kaybetti.” Âdem, bu kez, hızlı bağırdı; Adam;
“ Ne bağırıyorsun evladım. Sağır mı var?” dediğinde, bu kez gülmemek için kendimizi sıkmıştık.
“ Evladım, oturduğum evin altında kiracım var. Yalnız, bir odası boş. İsterseniz orayı kiraya vereyim.” Âdem’in kulağına,
“ Ben nasıl kalırım? İki aile birlikte olur mu? Bunu da ilk kez burada görüyorum!” Âdem kulağını kaşıyarak;
“ Erdal, gerçekten ev bulmak çok zor, yine de sen bilirsin”
“ Neyse, kabul etmekten başka çarem yok.”
“ Sen önce burayı tut, sonra daha iyi bir ev bulursak hemen taşırız.”
“Yarın, annemlerden birkaç parça eşya isterim.” Âdem; “ Tamam amca tutuyoruz” dediğinde, yaşlı kadın odanın anahtarını elime tutuşturdu. Eve girdiğimde elli yaşlarda, yüzü kırışık kadın, kocasıyla odaların girişindeydi. Belli ki fındık işçileriydi. Kendimi tanıttığımda onlarda, on altı yaşında bir erkek ve on dört yaşında kız çocuklarının olduğunu söyledi. Görünüşte fakir oluşları her halinden belliydi. Odam küçüktü ama hiç olmazsa bana aitti. Badanası yeni yapılmış, kokuyordu. Artık kendime ait ve içinde özgür olacağım küçücük bir dünyam olmuştu. Geceleri, odama istediğim saatte girebilecektim. Şükürler olsun ki, gecenin on ikisinden önceki koşuşturmalarım da son bulmuştu. Odada bulunan malzemeleri dışarı çıkartıp, komşudan aldığım süpürgeyle temizledim. Gazeteye geldiğimizde, telefonla annemleri arayıp, eşyalarımı acele istedim. Birkaç gün sonra gelen küçük kamyonla aldığım eşyaları odama özenle yerleştirdim. Eşya dediysem, bir kanepe, yatak yorgan, perde, leğen, havlu vs. di. Kitaplarımı, daktilomu ve fotoğraf makinem ile sevdiğimin resmini kanepemin yanına koydum. Perdelerimi de takıp, kendimi dışarı attım. Şehre karıştığımda, ayakkabılarım çamurdu. Bundan böyle her sabah çeşmede temizlemeden gazeteye giremeyecektim. Akşamları geç saatlere kadar dışarıda olmanın hıncını doyasıya alıyordum. Yeni tuttuğum evde, otelden farkı yoktu. Uyandığımda bozkırda benim gibi yalnız kalmış tek ağacı görüyordum. Uzaktaki evler ise, benim için sonsuzluktu. Her sabah, araç ve şehrin gürültüsü, bu kez yerini horozların ötüşlerine bırakmıştı. Perdemin gerisinden güneş bu kez başka doğuyordu. Kendimi köyde hissediyordum. Köy ve şehri birlikte yaşamak güzel duyguydu. Benim kaldığım oda, dış kapının yanındaydı. Kapıyı sessizce açıp, kimseyi rahatsız etmeden odama girmem bir oluyordu. Bir gece, tam dalacağım esnada tıkırtıya kulak verdim. İçerisi serindi. Elektrik ocağımı yakıp, kazağımı giydim. Tıkırtının bitmesini bekledim, nafileydi. “Hırsız mıdır?” diye kapıyı açıp baktım. Kimsecikler yoktu. Perdeyi aralayıp, dışarı baktım, yine hareket yoktu. “Herhalde yan odadan geliyordur” diyerek tekrar yatıp, yorganı kafama çekip uyumaya çalışsam da tıkırtı kesilmiyordu. Bu sese kafayı bir kez takmıştım. En kısa zamanda nereden geldiğini bulmam gerekiyordu. Evde, işte, dışarıda hep bu ses kulağımı tırmalıyordu. Gecenin bir yarısı şaşkınlık içinde kalkıp, yatağımda doğruldum. Tıkırtının nereden geldiğini derinlemesine araştırdım. Sesi takip ederek kulağımı odanın içinde gezdirdim. Son hedef süpürgelikti. Orada misafirimin olduğunu sonunda keşfettim, ancak nereden girdiğini kestiremiyordum. Süpürgelik içindeki…