Sun Tzu’nun Savaş Sanatı
O, bildiğimiz manada savaş kelimesini ne ölçüde sanat kelimesinin yanına getirebiliriz, bilemiyorum. Sanat kelimesi, tanımlanamaz olanı, veya kısmen de olsa içinde tanımlanamazlık gibi görünen esrarengizlikler barındıran bir formu-formsuzluğu, ancak yine de bize ait olanı, gösterebilen şeydir dersek; tanımlamazlık yönüne bu savaş kelimesi eklemlenebilir/iliştirilebilir/tanımlanamaz yönün yörüngesine oturtulabilir.
Veya, zihinde ve beyin ile kalp arasında Kuzey Işıklarına benzer sessiz dalgalı şakıyışlar hasıl olduran akıl kökenli her şeye sanat eylemi diyebilir miyiz?
Daha kaba bir başka bakışla bakacak da olursak; insanların öldüğü, öldürüleceği bir plana ne kadar sanat diyebiliriz?
Milat’tan önceki Çin. Çinli bir general yüksekçe bir yerden savaş olacak alanı gözlemliyor. Kafasında canlandıramaz biri olsa zaten oraya onu general diye getiremezlerdi sanırım. Okçuları, piyadeleri, istihkamcıları, ve artık ne tür başka tür birlikleri varsa savaş alanında canlandırıyor…
Savaşçıların renkli, gösterişli, cafcaflı giysileri-üniformaları var. Her birliğin; tümenin, tugayın, taburun, bölüğün ayrı ayrı şekil ve renkte birlik bayrakları var. Rüzgarlar da estiği için bir renk cümbüşün yanı sıra salınıp duran bayraklar, flamalar…
Savaş ile sanat kelimelerinin yan yana getirilmesi, sanırım bu renk, biçim, duygu yoğunluğu; ölme ve öldürme duygularının birbirine karıştığı bir yerde, bir savaş alanında, bir generalin bu yürüyeceği savaşa sanat demesi normal gibime de geliyor.
…
Kitabın adı bu; Savaş Sanatı. Henüz ortasına yaklaştım kitabın. Kitabın girişinde, milat öncesi Çin biraz anlatılmış şöyle genel olarak. Milattan sonraki zamanlar da biraz anlatılmış…
Aklım yine şu Barbar kelimesine gitti. Çin Seddi’nin yapılış sebeplerinden en önemlisinin barbarlardan korunmak olduğu başka kaynaklarda da yazıyor. Pek çok boy-kavimden bahsediyor Barbarları anlatırken. Bu barbarlar arasında Türkler de var.
Hunlar mı Türk’tür, yoksa Türkler mi Hun’dur ? Diğer, adı geçen kavimler-milletler öylesine yan yana ve yakın ilişkiler içersindeler ki kimin kimden geldiği belirsizliği de var, demeye de getirmiş sanki.
Giriş yazısında önemli bir noktaya temas etmiş. Neden bu barbarlar Çin’i bu kadar kolay alt edebilmiş çoğu zaman? Sebep olarak da barbarların atlı olmalarını göstermiş, ki bu elbette doğrudur. Ama işte bu noktanın bize açıkladığı bir şey daha var. At’ı evcilleştirebilen, atın savaşlarda stratejik olarak önemli bir unsur olduğunu fark edebilen bir barbar kitlesi, sanıldığı kadar barbar mıdır?
Yani, bu şeyler binlerce yıllar önce olmuş şeyler; kafayı mı takıyorsun bunlara? diye bir soru sorulacak olursa şöyle diyeyim: Sizlerin de bildiği üzere şu çağda bile bu algı derin bir şekilde var veya var oldurulmak isteniyor; Elif Şafak’ın (-kiElif Şafak Ermeni asıllıdır) Baba ve Piç’indeki ifadelerin varlığı buna yeterli olur. Kimseye bir şekilde kin güttüğüm filan yok da, fakat üzerime gelen birtakım kin dalgaları hissetmekte olduğum için bunları yazıyorum. Bu kin dalgaları “Türk” kelimesinin üzerine geliyor.
Türklüğü, her zaman bir kültür olarak gördüm. Yani, bir “Türk”, Türk kültürünün bir parçası değil, kültürün kendisidir-sonucudur. Bu, basit bir cümleymiş gibi algılanabilir. Fakat tam olarak öyle değil. Bir “etnikliğe’” “ait olmak” yerine, etkileşim-gelişim içinde kültür kavramına meyletmek daha mantıklı geldi bana. Yüz yılları, bin yılları, sadece geçmiş yüzyılları değil, gelecek yüzyılları-bin yılları da zihnimize serip bir gelişim, kaba tabirle: değişim halinde bir kültür algısı oluşturmak… en insani tanımdır. Aksi tanımlar, işte, gördüğünüz üzere, tarih boyunca gördüğünüz üzere, hep savaşlara-kana sebep oldu.
Dünya-egemen siyasetinin bir parçası olarak; “Türk barbardır”, demek karşı kavimlerin-milletlerin barbar olmadığına vurgudan da ziyade, gelişmeyen-sabit duran kemiksi “alt-kültür” öbeklerini onaylamak demektir.
Dünya-egemen siyaseti ilginç… Osmanlıcılık özlemlerinin doruğa ulaştırıldığı şu zamanlarda, Osmanlıcıkla, Abdullah Öcalan’ın Demokratik Etnisite’si aynı amaca hizmet ediyor. Osmanlı farklı alt-kültürlerden oluşan bir yapıydı.
…
Vatandaş höykürmesi de yapayım: biz barbardık da siz bin yıllardır sadece şiir yazıyorsunuz sanki. Eşşoğleşşekler! Citroen!.
O film sahnesini tekrar hatırlayalım:
…
Savaş Sanatı adlı kitabın henüz ortalarına yaklaştığımı söyleyip, Giriş kısmına takılıp kaldım… Fakat yine de Giriş kısmından sonra okuduğum kısımlarla ilgili birkaç şey söyleyeyim. Hem kitaba ait, hem bana ait, hem başkalarına ait.
Savaş sanatı, bir aldatma sanatıdır.
Bir generalin, hükümdarı dinlememesi gereken zamanlar da vardır. Gerçek bir general, hükümdarın emri altında olduğunu bilir fakat hükümdarın general olmadığını da bilir.
Generalin en uygun yönetim anlayışı tatlı-sert anlayış olmalıdır. Sertliği içinde idam bile, tatlılığı içinde baba şefkati bile olmalıdır.
Ordular mideleri üzerinde yürür. (Bölük komutanım söylemişti.)
Savaşmaya gerek yoksa, zaten savaşma. (Benim sözüm)
En iyi düşman, aslında, uyumayan düşmandır. Sizi uyanık kılar;turizm gelirleriniz de artar. Barbar Türkler hiç uyumadılar;
Çin Seddi’nin yapılmasını sağladılar. Bugün, milyonlarca dolar geliri var Çin’in. Kâr payı veriyorlar mı?
Savaş ganimetleri mutlaka adaletli şekilde dağıtılmalıdır. Yoksa çarşı karışır.
Düşmanın yoksa, düşman sensin. (Benim sözüm)
İyi savaş yoktur. Haklı savaşın haklılığı savaş anında yaşanır.
Psikolojik savaş daha iyidir. Mızrak, insanı bir kere öldürür; psikolojik saldırı her an her dakika. Mızrak atma, omuz at.
Her zaman savaşıyoruz aslında.