Şükufe Hanım…
Günlerden bir gün, zamanlardan o zaman saatlerden o saat... Şükufe hanım yatağından zorlukla doğrulmuş... Bağ bahçe işleri bir yandan, harman zamanı... Evin gündelik işleri... genç yaşında beli iki büklüm olmuş yedi çocuk taşımaktan... gündelik duasını etmeye başlamış biraz içinden çokça dışından... kocasına ilenmiş önce; yedi çocukla bir başına bırakıp genç yaşında (78) ölüp giden kocasına... her gün o kadar yem yiyip de ( üç beş asma yaprağı, kayısı, erik dalı, bostandan çocukların yolup getirdiği, karpuz kelek yaprakları, 2 avuç arpa bolca saman...) bir türlü süt vermeyen ineğine; yumurtladığı yumurtayı yiyen çilli tavukla, tek marifeti evin önüne tam da Şükufe hanımın dibi delik ayakkabısının deliğine gelecek yere sıçan tüyü dökülmüş sesi kısılmış kart horoza... ve komşusu sidikli Fatma’ya...
Ayağına bulaşan kart horozun pisliğine sövüp sayarken yan duvardan manalı manalı bakıyor olmasa da dualarından eksik etmezmiş Şükufe hanım sidikli Fatma’yı... O sidikli değilmiymiş kendi haline bakmadan, genç yaşta ölüveren gül gibi kocası için demediğini bırakmayan... türlü dedikodular çıkaran, yok şöyleymiş yok böyleymiş... bir de kendi meymenetsiz suratına baksınmış... asıl onun kocasına yazıkmış böyle mıy mıy konuşan elinden iş gelmez dırdır vırvır bir karısı olduğu için... tamam bir ara sidiklinin kocasına da kızmışmış uluorta sırtında sopa kırdığı için, ammaa adamın da haklı olduğu yerler de varmışmış neticede. Cahilmiş bir de adam, genç yaşta ölüveren kendi kocası öylemiymiş! Bilirmiş anlarmış her bir şeyden,
kendisini de dövermiş rahmetli sopayla... ama ne öyle söğüt dalıyla mı dövülürmüş kadın dediğin... rahmetli kocası kızılcık sopası ile dövermiş Şükufe hanımı... O sidikli de kadın mıymış ki; rahmetli kocası sırtında 5 kızılcık kırmış ta gıkını çıkarmamış, vırvır dırdır Fatma karısı ise... daha sırtına söğüt dalı gelmeden nasıl da tüm mahalleyi ayağa kaldırmışmış...
Şükufe hanım’ın dilinden kurtulan olmamış sabah sabah... bir tek Yaradan’a tek kelime etmemiş; ne dua ne de beddua... Dua edecek yüz bulamazmış, beddua etmekten, isyan etmekten de ödü koparmış... Yaradan’la iki kelimecik olsun konuşamazken; yaradılanların alayı kurtulamazmış dilinden...
Ayağına bulaşan kart horozun pisliğini temizlemek için eğildiğinde görmüş genç yaşta ölüveren kocasının “belki kısmetim oradadır” diyerek gidip yıllar sonra giderken yanında götürdüğü tahta bavulu tuttuğu – kırılasıca – elindeki sepetle gelen çıyan yavrusunu... rahmetli babasından tek yadigar, maraş işi tahta bavulun gittiğine mi yoksa; o bavulun yerine “çingene işi ne olacak!” bir sepet geldiğine mi yansınmış, sepetteki sarı çıyana mı yoksa, o sarı çıyanın şırfıntı anasına mı sövsünmüş bilemezmiş...
Tüm bunlar yıllar önce olmuşmuş... rahmetli kocası genç yaşında ölüverip gitmeden... O şırfıntı da pek kalamadan duramadan kaçıp gitmişmiş bir yerlere ipini koparan itler gibi... sarı çıyansa gel zaman git zaman büyümüş... büyümüş... büyümüş... sarı yılan olmuş...