Sosyal Medyanın Okur-Yazarlık Üzerindeki Hükmü
Ülkemizde yayın dünyasının yaşadığı birçok sorunun üzerine bir de iktidarın politikalarından kaynaklanan sorunlar ve sansür eklendiğinde, edebiyat fakirliğimizin hızı artıyor.
“Okumak iptiladır, müptelalara selam olsun”
Okuma ve yazmaya saygımdan ötürü, İletişim Yayınlarının bu epik sloganını epigraf olarak kullandım; yoksa yazılarda epigraf kullanma yanlısı değilim.
biamag’ın 17 Aralık 2016 tarihli sayfasında Şeyhmus Diken’in “Yazma, İlla ki Okuma!” başlıklı yazısı, bir süredir yayın dünyasına dair düşündüklerimi yazmaya sevk etti.
Konu birkaç başlık halinde ele almayı gerektiren bir niteliğe sahip. Konu, son 40 yıllık postmodernite ve internet dünyasının yapısal koşullarında yazarından okuyucuya, medyadan yayıncıya varıncaya dek olan bitenin gerek yazınsal nitelikler ve gerekse istatistiki veriler üzerinden ele alınmaya muhtaç. Bu durum, aynı zamanda saha çalışmasını içeren sosyolojik bir incelemeyi de gerektiriyor.
Benim yazacaklarım ancak bir gazete köşesi veya web sitesi blogu kapsamında olabilecek.
Şeyhmus Diken, işin yazar kısmına dair “Nedense yazar kimliğine evrilen ve kimilerini benim de yakından tanıdığım birçok arkadaşım maalesef okumuyor. Kelimenin tam anlamıyla okumuyor” diye yazmış. Ve sorunun “Evet okumuyoruz, hem de genellikle okumuyoruz. Okumadığımıza dair eleştirilerim okura dair değil, o belki bir başka yazının konusu” diyerek, sorunun okuyucu kısmının ayrıca ele alınması gereğini belirtmiş.
Bu tespitten hareketle ben de birkaç noktaya değineceğim.
Doğrusu bu yazının başlığını saptamada biraz zorluk çektim. Örneğin “Görselliğin kıstırılmışlığındaki okurun dünyası”, “Postmodernitenin yazın dünyasındaki ölçüsüzlük hükmü”, “Edebiyatın sığlaşması”, “Günlük maişet derdindeki okurun sorunları” gibi başlıkları düşündüm.
Yazın dünyasında hemen her açıdan (kâğıt ve kapak kaliteleri hariç) genel bir entelektüel kayıp yaşanıyor. Seviye eğrisi yükseleceğine, durağanlık ve düşüş eğilimi gösteriyor. Basılı yayın niceliği zaten azken, daha önemlisi, bu yayınların büyük bir kısmının içerik, estetik, üslup ve hatta imla bozukluklarıyla malul oluşlarıdır. Edebiyat, varlığın nesnel ve imgelem dünyasından ve dilden besleneceğine ne yazık ki büyük ölçüde medyanın aktüel, magazinsel ve siyaset dilinden beslenmeye çalışıyor. Tam bu noktada sosyal medyanın genel olarak okurun ve yazarın üzerinde neredeyse bir hüküm oluşturması devreye giriyor.
Bilginin edinilmesinin veya öğrenmenin yüzde 80’nin göz duyusu yoluyla elde edildiği söylenir. Bunun spekülatif bir görüş olduğunu sanıyorum. Öğrenmede duyu organları arasında bir oran belirlemenin kesinliği saptanmadı. Kaldı ki bilgi, salt duyu organları aktarımında oluşan bir durum değil. Bilginin kendisi, edinimi, depolanması, aktarımı daha karmaşık süreçlere sahip. Her ne hal ise, şurası bir gerçek ki, gözün bilgi edinmede/öğrenmede çok büyük bir payı var.
İnsanın koku, işitme, temas yoluyla nesnelerin ve hareketin beyindeki izdüşümüne/fotoğrafına göre gözün sağladığı görselliğin beyindeki fotoğrafı çok daha geniş, kalıcı ve etkileyicidir diyebiliriz.
Okur-yazarlık konusunda bu hususun üzerinden neden bu kadar duruyoruz?
Televizyonların, cep telefonlarının, internetin, bilgisayarların bu kadar geliştiği ve gündelik hayatımızın çok büyük bir bölümünü işgal ettiği günümüz dünyasında bir yanda görsellik alabildiğine artarken diğer yanda okur-yazarlığın dünyası daraldı ve dolayısıyla sığlaştı.
Yukarıda saydığımız ve hayatımızın temel gerçekliği haline gelmiş bu teknolojik araçların tümü de, öncelikli olarak göze hitap ediyor. Ses, yazı sonra geliyor. Bütün bunlar görsel dünyanın araçları.
Bu teknolojik araç gereçlerin yaşamımızdaki yer alışları, nesnel bir durumdur. Buradan bireyin bu araç gereçlerle kurduğu ilişki biçimi, bizim gibi ülkelerde okur-yazarlık aleyhine zorunlu bir gelişmeye işaret ediyor olsa da, Avrupa ülkelerinde, Japonya’da yıllık basılan kitap çeşidi ve baskı sayılarına baktığımızda, durumun tersine döndüğünü görüyoruz. Yani burada öznenin nesneyle kurduğu ilişki biçimi belirleyici oluyor. (Ülkelerarası kitap ve okur alanında sağlıklı ve güvenilir veriler - birbirini tutmayan birçok istatistik var - tespit edememiş olsam da, genel seyrin yukarıda ifade ettiğim şekilde işlediği bir gerçek. Bir de ayrıca Türkiye’deki kimi istatistiklerde kitap ve okur sayısını yüksek göstermek için, ders kitapları basımını da dâhil ediyorlar.)
Görsellik, insanı fazla zahmete sokmaz. Bakarsın, ne algılıyorsan onu algılar ve geçersin. Gerek televizyon kanallarında, gerekse internet ortamında o kadar çok materyal, obje var ki, bakmakla bitiremezsin. Hâlbuki kitap, dergi okumak ise hem zaman ister hem de zahmet! Zahmet kelimesini bilerek kullanıyorum çünkü okumanın zevkine, büyüsüne varmamış insanlar için okumak, çok ‘zahmetli’ ve dolayısıyla da ‘gereksiz’ bir eylemdir.
İnternet ortamında (Google vb.) insanlar ‘bilgiye’ daha kolay, daha hızlı ve kolayca ulaşıyor. Tabi burada bilgi dediğimiz bu yazılanların, sosyal medyadaki dolaşımların, montajlı görüntülerin ne kadarının yanlış, eksik, yanıltıcı, asparagas olduğu hususu özel bir önem arz etmekte. Bütün bunların bir elemeden geçirilebilmesi de ayrı ve gerçek bir bilgi birikimine dayanıyor. Dolayısıyla Google vb. kaynaklardan edinilen bilgilerin ne kadarına bilgi denileceği de tartışmalı. İnsanların bu yolu kullanması, bilgi/kültür dünyalarının kuşatılmasına ve sığlaşmasına yol açıyor.
Bütün bunların bir toplamı olarak yozlaşan toplumda edebiyat yoksullaşan bir dilden, kâğıttan şato gibi kurgusal zayıflığından; şiir imgelemden yoksun zorlama dizelerden; tarih ve siyaset ise, analitik ve metodolojik olmaktan uzak, tarafgirlik merkezli birer övgü ve sövgüden ibaret oluyor.
Bu aşamada yazın dünyasında devreye reklam girer. Reklam, genel olarak yazarı ve okuyucuyu magazine, kolay okunur ve spekülatif konulara yöneltir. Tabi bir yanıyla da parasal kaygıların öne çıktığı olur. Çok satanlar listesi tanzimlerinden, ısmarlama tanıtım yazılarına, tirajı yüksek gazetelerde yapılan reklamlara kadar yazın dünyası bir baskılamayla, yönlendirmeyle karşı karşıyadır artık. Böylece Postmodernitenin ölçüsüzlüğünde, düşün dünyası kaba göre şekil alan bir sıvılaştırmaya uğratılır, birey atomize edilir ve buna paralel olarak okurun yönlendirilmesinde ciddi bir okur kayması sağlanır.
Bir toplumda yalnızca okumak yetmez; nelerin okunduğu da, kültürel ve entelektüel göstergeler için etkileyici bir faktördür.
Okurun çok büyük bir kesimi kişisel gelişim kitapları, pozitif enerjili (ne demekse) ve fotoroman tadında aşk kitapları, komplocu tarih ve siyaset kitapları okumakta. Kişisel gelişim kitaplarından mutlu olmayı öğreneceğini sanan, fotoroman tadındaki aşk kitaplarıyla hayallerini buluşturacağını ve komplocu siyaset kitaplarıyla tarih ve siyaset öğreneceğini sanan okur, bütün bu alanlarda daha bir bataklığa saplandığının farkında değil.
Okumak, her şeyden önce bir alışkanlıktır. Ülkemizde dün olduğu gibi (belki dün, bugüne göre daha yüksek bir okuma oranına sahiptik) bugün de okuma alışkanlığı yok ve okuyucu kıt. Bir gerekçe olarak değil, ama bir tespit olarak belirtmeliyim ki, İstanbul gibi son derece berbat ulaşım koşullarına sahip kentlerde bir kişinin günün 3-4 saatini tıkış tıkış bir yollarda geçirmesi, beyhude zaman kaybına ve özellikle strese neden olmaktadır ki, bu gerçekliğin de okuma kıtlığını artırıcı bir etkisinin olduğunu düşünüyorum.
Kimi yayıncıların kitaplardaki baskı sayılarını çok gösteren sahtecilik yaptığı da bir başka gerçek olmakla birlikte, bu tür kitapların baskı sayılarına bakarak, okuyucunun yönelimini saptamak da mümkün.
7-8 roman yazmış bir yazarın kitaplarından birini okuduğumda buna roman demeye dilim varmadı. Bu yazarın kitaplarının 6-7 baskı yaptığını öğrendiğimde ise, şaşkınlığım daha bir arttı!
Okurun az olduğu ortam, zorunlu olarak yayın dünyasında nitelikli ürünlerin çıkmasını da baskılar. Böyle olmakla birlikte nitelikli ürünlerin varlığıyla okuyucunun artması, doğru bir orantı da oluşturmaz!
Edebiyatın ve daha geniş anlamıyla yazın dünyasının durumunun ülkedeki iktidar yapısıyla doğrudan bir ilişkisi var. Bilimi, sanatı, kültürü baskılayan ve karabasanların yaşandığı bir iktidara sahip olan ülkede yazmaya ve okumaya karşı bir soğukluğun eseceği muhakkak. Ülkemizde yayın dünyasının yaşadığı birçok sorunun üzerine bir de iktidarın politikalarından kaynaklanan sorunlar ve sansür eklendiğinde, edebiyat fakirliğimizin hızı artıyor.
Yazarlar, eserler, yayıncılar ve okuyucular…
Biliyorum, her birinin üzerinde bölük pörçük durdum.
Üzerlerine yazılacak daha çok şey var! (HŞ/ÇT)