Sorun, Etteki Mikropta Değil…
Son günlerde, Taraf Gazetesi’nin ortaya çıkardığı Koç Grubu’nun Maret ve BurgerKing’e ait etlerdeki virüs olayı bana; Vehbi Koç imparatorluğunun kuruluş hikâyesini anlatan Erol Toy’un ‘İmparator’ kitabını ve orada geçen ‘kurtlu peynirler’ ile TBMM’nin kiremit hikâyesini hatırlattı.Kanaatimizce etlerde salmonella, listeria ve ekoli bulunmasıyla ilgili sorunlar ‘vaka-ı adiye’dendir. Asıl endişe verici olan, etlerdeki mikrop sorunu değil, bürokratik zihniyet ve sistemin kendisi…
Yaşanan sorunlarla ilgili ne zaman bir soru yöneltilse, Tarım Bakanlığı sürekli olarak firmaları korumakta ve isimlerini gizlemekte. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz Temmuz ayında gazetelerin bir kısmı; “Sucukta domuz, biberde zehir”, “Bal tutan şeker yalar”, “Zehir yiyoruz”, “Gıdada çok vahim tablo” manşetleri atarken, Takvim Gazetesi ise bizim en çok sorduğumuz “Kim bu firmalar?” sualini manşet yapmıştı.
Sahi kimdi bu firmalar? Neden Tarım Bakanlığı dışında bu firmaları kimse bilmiyor? Firmaların çıkarları, insan sağlığından daha mı önemli?
Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nihat Pakdil, Temmuz ayında konuyla ilgili katıldığı bir televizyon programında kendisine yöneltilen ‘bu firmalar kim?’ sorusuna, firmaların ismini açıklamadığı gibi, kamuoyuna yansıyan korkunç tablo için şu cümleleri söylüyordu: “Ürkmeye gerek yok! Toplum tedirgin olmasın. Bizi izlemeye devam etsin…”
Aslında ürkülmemesi istenen tablo; kir, pas, küf, bakteri, virüs, kimyasal zehirler şeklinde uzayıp giden zehir ticareti.
Ülkemizde ‘gıda’ diye satın aldığımız ürünlerin ezici çoğunluğunun ‘menşei’ bilinmiyor. Aslında gıda diye satılanların önemli bir kısmı; alerjen, kanserojen, hormonlu, antibiyotikli, tarım kimyasallarıyla dolu, her türlü tağşiş ve tağyirin yapıldığı zehirlerdir.
Bugün kanserojen ve alerjen olduğu halde, yasal olarak gıdalara katılmasına izin verilen yüzlerce katkı maddelerine izin veren bir sistemden söz ediyoruz ve bütün bunlara izin veren Tarım Bakanları ve Tarım Bakanlığı bürokrasisi.
Bu şirketlerin adlarının açıklanmak istenmemesi; yetkili ve soru(n/m)lu makamlarının tercihlerini, tüketiciyi korumak yerine, özel sektörü ve ekonomiyi korumak yönünde kullanmalarından kaynaklanıyor.
Bu yıl içerisinde peynir ve yoğurtlarına yüksek dozda kanserojen ‘natamisin’ maddesi katan dev grupların süt fabrikalarının izin belgeleri, yasal sorumluluktan kurtulmak için iptal edilmiş, ardın da aynı hafta içinde ‘üretim izin belgeleri’ yenilenmiş. Toplum sağlığını ve haklarını korumak isteyen bir düşünce ve sistem buna izin verebilir mi?
Alerjen ve kanserojen katkı maddelerinin kullanılmasına izin verenlerin, düzenin zehirli ve tehlikeli gıda üretenlerini ve GDO’lu gıdaların ithalatçılarını gizlemesinde bir sorun olabilir mi? Elbette olamaz. Herkes bilmeli ki, bu düzen bu şekilde devam edemez ve etmemeli. Sorunun manşetlerde olması nedeniyle, Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin geçmişte sunduğu çözüm önerisini bir kez daha hatırlatmakta yarar var.
Siyasi mülahazalardan uzak, Başbakanlığa bağlı, bağımsız ‘Türkiye Denetim Kurumu’ kurulmalı ve Tarım, Sağlık, Ticaret Bakanlıklarının denetim görevleri tümüyle ellerinden alınarak, bu kuruma devredilmeli. Yeni kurulacak Kurul, tüm il ve ilçelerde örgütlenmeli. Kurulda; bakanlıklardan, oda ve meslek kuruluşlarından, ilgili sivil toplum örgütlerinden temsilciler yer almalı. Kurul, temel ilkelere aykırı mevzuat düzenlemelerinde müdahil olmalı ve temsilciler 4 yıllık süreyle bir defaya mahsus atanmalı.
Aksi takdirde Türkiye, ‘gizli gıda cinayetleri’ni yaşamaya devam eder. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi, bir yandan çözüm önerisini sunarken, bir yandan da yeterli denetimi yapmayan ve yaptığı kısmî denetimlerde suçluları tüketicilerden gizleyen Tarım Bakanı ve Koruma Kontrol Genel Müdürü hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu. Bakanın siyasi dokunulmazlığı nedeniyle dosyası bekletilse de, Genel Müdür hakkında yargı incelemesi devam ediyor.
Piyasadaki etlerin ne kadarının virüslü ve tüketilemez olduğunu, gerekli ve yeterli denetim yapılmadığı için kimse bilmemekte. 2009 yılında tüm Türkiye’de sadece 3092 et denetimi yapılmış. Bu denetimler ise yüzeysel denetimler.
Yaklaşık 81 ve dokuz yüzden fazla ilçeden oluşan ülkede, şehir başına sadece 3 adet et denetimi ile bu sorun çözülebilir mi?
Bu ülke de, gıda zehirlenmeleri veya gıdalardaki kimyasallar yüzünden geçici veya kalıcı hastalığa yakalanmış kaç kişi var, bunu hiç kimse bilemez.
Bu ülke de kaç kişi bu nedenle iş göremez durum da ya da öldü, bunu da Allah’tan başka kimse bilmez.
Bu ülke de devlet bu tür sorunlar için ne kadar zarara uğratıldı, bunu devlet bile bilmez.
Aynı sorun ithal edilecek etler içinde geçerli. Gerçekten hepsi dürüstçe incelense, getirilecek etlerin önemli bir kısmında salmonella, listeria dışında, ‘ekoli’ gibi tehlikeli bakteriler de görülecektir. Hayvanları otla beslemek yerine, mısırla beslemek kolibasiline yol açar. Buda en zararlı ekoli bakterisidir. Ekoli ise özellikle çocuklarda kanlı isale ve ölüme neden olabilir.
Türkiye’de uygulanan; kirleri, sorunları sumen altı etmektir. Bugün Maret ve Burger King’den bu krize rağmen et veya hamburger alanlar var mıdır bilmiyoruz. Yargı, Maret veya Burger King’e ceza vermezse bile, bu deşifre tarihi bir tokattır.
Tarım Bakanlığı, şayet bu tür sorunlarda, büyük küçük demeyip hiçbir ayrım yapmadan, elde ettiği kesinleşmiş bulguları, oluşturacağı bir web sitesinden teşhir etse, bu ülkede can alıcı katil gıda terörü çok kısa sürede ve önemli ölçüde çözülür.
Gıda sorunu aslında bunlarla da kalmıyor. Alıcı ülke gümrüklerinden çeşitli nedenlerle geri dönen gıda ürünleri, zayi olmasın diye iç pazara verilen bir ülkede sahi biz daha neyi konuşuyoruz ki?
Dev bir bürokrasisi olan Tarım Bakanlığı’nın ülkeye yük olmaktan başka ne yararı var asıl artık bu sorgulanmalı.