Siyasal İslam, Silahsız Kuvvet midir?
Din ile siyasetin arasında bir çizginin olup olmadığı hakkındaki tartışma oldukça eskidir. Bu tartışmanın Batıdaki seyri oldukça öğreticidir. Çünkü Batıda Kilise otoritesinin tesisi ile birlikte, siyaset, ekonomi, eğitim, yargı gibi temel konular bütünüyle Kilisenin sevk ve idaresi altındaydı. Bu dönemde Batı toplumları sınıflı toplumlardı. Aslında Kilise otoritesinin oluşumundan öncede Batı toplumları yine sınıflı idi. Kilisenin ortaya çıkması ile birlikte egemenlik neredeyse bütünüyle Kilisenin eline geçmiş oldu.
İlk Çağlardaki Yunan Site Devletlerinde toplum Tanrılar/din adamları yani Ruhban ile Ruhban olmayanlar yani halk anlamına gelen Laikos grubundan oluşmaktaydı. Kilise otoritesi ile birlikte belli başlı sınıflar ise, Ruhban, asil/soylular, burjuva ve köylüler/serflerden oluşmaktaydı. Bu sınıflar arasında da ister istemez kanlı mücadeleler ortaya çıkmaktaydı. Bütün zenginlikler ruhban ve soylular tarafından kullanılırken topluma karşı ise hiçbir yükümlülükleri yoktu. Bütün yükümlükler Burjuva ve köylü/serf sınıfının üzerindeydi. Coğrafya keşifleriyle birlikte özellikle burjuva sınıfının durumu değişti. Zenginleşip güçlendi. Daha sonra ise Rönesans ve reform hareketleri ortaya çıktı.
Batıda ki bütün bu gelişmeler büyük ölçüde Ruhban ve onun müttefiki sayılan asiller sınıfına karşı yapılan mücadelelerin sonunda ortaya çıkmıştır. Siyaset-ekonomi-hukuk-yargı-eğitim gibi temel alanların hepsinde ruhban sınıfı belirleyici idi. Dolayısı ile elindeki bu belirleyicilik egemenlik yetkisinin, gücünün korunmasını istiyordu. Buna karşılık Burjuva sınıfının öncülük ettiği alt ve orta sınıflar ise bu egemenlik yetkisine ortak olmak amacındaydı. Yapılan Mücadeleyi Kilise/Ruhban sınıfı kaybetmiştir. Dolayısı ile Kilise/Ruhban sınıfının yetkilerine buna bağlı olarak dinin alanına bir sınır getirilmiştir. İşte laiklik batıda bu sınıf mücadelesinin sonunda oluşmuştur.
Laikliğin ortaya çıkması ile birlikte Millet/Ulus kavramları da oluşmuştur. Çünkü Kilisenin yetkileri evrenseldi. Katolik Kilisesinin Başkanı olan Papa, yeryüzünde Tanrının temsilcisi sayıldığı gibi yanılmaz ilahi iradenin temsilcisi olarak ta görülmekteydi. Kimse onun yetkilerini tartışamazdı. Yanılabileceğini ileri süremezdi. Papanın bu yetkileri ise Katolik kilisesine bağlı olan bütün toplumlar için geçerliydi. Rönesans ve reform hareketleri ile birlikte Kilisenin ve onun başkanı olan Papanın yetkileri büyük ölçüde ortadan kalktı. Papalığa karşı çıkanlar, Protestan adıyla bilinenler ayrı birer Kilise kurdular. Protestanlığın yayılması, bütün Katolikleri içine alan evrensel tek bir Kilise yerine Almanlar için ayrı, İngilizler için ayrı Kiliseler kuruldu. Ruhban sınıfına karşı başlayan mücadele ruhbanın dayandığı evrensel Kilise otoritesini sarstı, sınırlandırdı. Bazı bölgelerde ülkelerde ise bütünüyle ortadan kaldırdı. İncilin Yunanca ve Latincenin dışında başka bir dile çevrileyeceği ve Ruhbanın yardımı/açıklaması olmadan anlaşılamayacağı gibi Kilise dogmaları da yıkıldı. İncil Avrupa dillerine çevrildi. Ruhbanın yönlendirici açıklaması olmaksızın Hıristiyanlar onu okumaya ve anlamaya başladılar.
Batıdaki bu gelişmeler Kilisenin ekonomi, hukuk, yargı, siyaset üzerindeki belirleyiciliğini ortadan kaldırdığı gibi birey üzerindeki mutlak otoritesini de büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Çünkü Kilise tarafından ortaya konulan ve skolastisizm olarak bilin dogmalar ile insan aklı baskı altında tutulmaya çalışılmıştır. Kilise dogmalarına itiraz eden farklı görüş açıklayanlar ise Kiliseye bağlı özel mahkemeler tarafından (Engizisyon) vahşice cezalandırılmışlardır. Buna karşılık Rönesans ve reform hareketleri ile birlikte Kilise otoritesi sarsıldığı için Skolastisizm de büyük ölçüde etkisini yitirmiştir ve yerini Rönesans düşünce sistemi almıştır.
Özetle batıda, insan aklı üzerindeki Kilise baskısı, insan emeği üzerindeki Kilise sömürüsü, insanın kendisi hakkındaki kararları kendisinin alması yani egemenliği üzerindeki Kilise egemenliği rönesans ve reform ile birlikte yıkılmıştır. İnsan Kilise otoritesine karşı daha özgür hale gelmiştir. Bütün Hıristiyanlar üzerindeki Kilisenin evrensel mutlak otoritesi yıkılmıştır. Bütün Hıristiyanları (Katolik olanları) içine alan topluluk (yani Hıristiyan Ümmeti yerine) Millet/Ulus İngilizcedeki karşılığı ile Nation kavramı görüşü ortaya çıkmıştır.
Çünkü bütün Katolik Hıristiyanları içine alan tek bir topluluk yerine İşte Almanların ayrı, Fransızların ayrı, İspanyolların ayrı birer topluluk sayılmaları ırka sayalı ulus/millet yani Nation düşüncesini ve buna bağlı olarak zamanla Kilise yahut Kral otoritesi yerine Nation’un otoritesini, ulusal iradeyi oluşturmuştur. Batıda Kilisenin mutlak otoritesinin yıkılması, Ruhban sınıfının egemenliği demek olan teokrasinin yıkılmasına, laikliğin oluşmasına, dogmatik skolastisizm yerine hümanizmin oluşmasına, Kilisenin mutlak siyasal otoritesi yerine de ulus/millet yani nation otoritesinin egemenliğinin oluşmasına yol açmıştır.
Ancak batıdaki bütün bu gelişmeler batının sınıflı toplum yapısından ayrı olarak ele alınabilir mi? Batıda Kilisenin mutlak baskıcı otoritesi olmasaydı, ruhban elindeki bütün yetkileri alt ve orta sınıfların aleyhine kullanmasaydı özünde Kilise otoritesine muhalefeti barındıran Rönesans ve Reform hareketleri ortaya çıkar mıydı? Kilise otoritesinin reddinden başka bir anlamı olmayan laiklik ve bütün Katolik Hıristiyan toplulukların egemenliğinin Kilise yerine her topluluk tarafından ayrı ayrı kullanılması demek olan ulus/millet yani Nation görüşü ve ulusal egemenlik gibi kavramlar, akımlar ortaya çıkar mıydı?
Orta ve Batı Avrupa toplumlarında Ulus ve Ulusçuluk (Nasyonalizm) Kilise otoritesine muhalefetle başlamışken doğu Avrupa toplumlarında yani Ortodoks Hıristiyan toplumlarında ise Ulus ve Ulusçuluk görüşleri/akımları Ortodoks Kilisesinin desteği ile onun öncülüğü ile gelişmiştir. Ortodoks Hıristiyan toplulukları Rusların dışında bütünüyle Osmanlı Devletinin yönetimi altındaydı. Osmanlı yönetimine muhalefetle Ortodoks toplulukların bağımsız olmaları çabaları aynı zamanda İslam’a karşı muhalefete de yol açmıştır. Çünkü Orta ve Batı Avrupa toplumlarındaki Ulusçuluk akımları doğrudan Hıristiyan Katolik Kilisesi otoritesine karşı gelişirken, Doğu Avrupa’nın Ortodoks Hıristiyan toplumları ise doğrudan Müslüman Osmanlı Devletinin otoritesine karşı gelişmiştir. Ulusçuluk akımı ve dayandığı ilkeler, sosyal dayanaklar Avrupa’nın doğusunda başka batısında başka olmuştur.
Coğrafya keşifleri ile başlayan, sanayi devrimi ile birlikte içerik ve amacı büyük ölçüde genişleyen sömürgecilik hareketleri ile Avrupa toplumları ele geçirdikleri bölgelerin bütün zenginliklerine el koymakla yetinmediler. Sömürge haline getirdikleri toplumları kendilerine benzetmeye çalıştılar. Avrupa toplumlarının tarihi tecrübeleri bakımından anlamı olan değeri olan Rönesans, reform, laiklik, Nasyonalizm gibi görüşleri de sömürgelerinde yaymaya çalıştılar. İlginçtir Batıda değersiz görülen, gücünü, otoritesini önemli ölçüde kaybeden Hıristiyanlık Dini de Batılıların iki yüzlülüklerine bağlı olarak sömürgelerde yayılmaya çalışıldı. Batının işgaline uğrayan bütün sömürgelerde Hıristiyanlığın yayılma çalışmaları da (Misyonerlik) bu dönemde başlamıştır.
Sömürgecilikle birlikte İslam dünyası ve bunun en güçlü parçası olan Osmanlı Devleti üç önemli tehlikeyle karşılaşmıştır. 1-Savaşlarda Osmanların yenilip Balkanlarda toprak kaybetmesi ile buralarda meskun olan Müslümanlar (daha çok Türkler, Boşnaklar ve Arnavutlar) Galip olan Hıristiyan toplulukların / devletlerin saldırılarına uğradılar, Türkiye’ye doğru zorla tehcir edildiler. 2-Türkiye, Arap Yarım adası ve kuzey Afrika’daki Hıristiyan azınlıklar Hıristiyan sömürgeciler tarafından isyan ettirildiler. 3-Doğrudan Hıristiyan sömürgecilerin işgaline uğrayan veya Osmanlı Devleti gibi kapitülasyonlar aracılığı ile Hıristiyan azınlıkların ve Misyonerlerin ayrıcalıklı konuma geldikleri ülkelerde Hıristiyanlığın yayılması çabalarının artması. 4-Sanayi devriminin bir sonucu olarak İslam ülkelerindeki yerli üretimin giderek yok olması,bu ülkelerin Avrupa ülkelerinin birer pazarı durumuna gelmesi, Müslüman çoğunluğun zamanla yoksullaşması.
19. yüz yılda İslam dünyasının genel durumu böyle özetlenebilir. Dört maddeyle özetlenebilecek bu tehlikelere karşı İslam dünyasında bir direncin bir muhalefetin oluşması kaçınılmaz olmuştur. Bu direniş hareketi ister istemez Avrupa/Batı karşıtı bir içerik taşımıştır. İşgale uğrayan, sömürülen, yerli Hıristiyan azınlıklar eliyle bütün varlığı tehlike altına sokulmak istenilen, Hıristiyanlığın yayılma çabaları ile birlikte doğrudan İslam’ın varlığına karşı yönelen tehdit bu İslami direnişin ana belirleyicisi olmuştur.
Sömürgecilere karşı oluşan bu direniş hareketini Avrupalılar Panislamizm buna karşılık Müslümanlar ise İtihad-ı İslam diye adlandırmıştır. 20. Yüz yılda ise İttihad- İslam yerine daha çok İslamcılık kavramı Türkiye’de, buna karşılık Arap dünyasında ise El-İslamiyyun kavramı kullanılmıştır. Son dönemde ise İslamcılık kavramı yerine Political İslam / Siyasal İslam kavramı daha çok tercih edilir olmuştur.
19. ve 20. Yüz yıllarda İslam dünyasında işgallere karşı ortaya çıkan bütün direniş kurtuluş bağımsızlık mücadeleleri büyük ölçüde İttihad-ı İslam / İslamcılık özelliği taşırlar. Hindistan / Pakistan, Türkistan, Cezayir, Tunus, Sudan, Mısır, Libya, Türkiye’de görülen bağımsızlık / kurtuluş mücadelelerinin tamamı İslamcı özellikler taşırlar. Batının devasa gücüne karşı İslam dünyası kendini nasıl kurtarabilecek / koruyabilecektir? Ancak bütün Müslümanlar dayanışma içinde olursa başarı elde edilebilir görüşü esas alınmıştır. Zaten bu yüzdendir ki sömürgecilere karşı direniş/kurtuluş hareketleri ittihad-ı İslam kavramını tercih etmişlerdir. Hatırlanmalıdır i İttihat, Arapçada birlik anlamına gelirken İslam kavramı da doğrudan Müslüman olan herkesi kapsayan dolayısı ile Müslümanların Birliği anlamında kullanılmıştır. İslamcılık yahut Siyasal İslam görüşü, bütün Müslümanların dayanışmasını öncelikli bir amaç olarak benimsemiştir. Çünkü Afrika, Hindistan, Balkanlar, Türkistan gibi yerlerde sömürgeci Hıristiyan devletler topluluklar Müslümanlara karşı dayanışma içinde olmuşlardır. Müslümanlarında bu birleşik sömürgeci düşman gücüne karşı ayrı ayrı gruplar halinde başarılı olmaları mümkün görülmediğinden birlik (ittihat) fikri İslamcılığın önde gelen ilkelerinden birisidir. Batı’da görüldüğü üzere, ırk birliğini esas alan Nation anlamında bir ulusçuluk veya bunun yerine bazen kullanılan milliyetçilik İslamcıların en çok muhalefet ettikleri bir görüştür. İslamcılık “İslam Ümmeti” diye bilinen bütün Müslümanların birliğini esas alır. İslamcılar bu görüşleri ile Arapçı, Arnavutçu, Türkçü, Kürtçü vs değil Ümmetçi olmayı yanı bütün Müslümanların dayanışmasını savunmuşlardır.
İslam dünyasında, İslam’ın ilkeleri birisi diğerinin alternatifi olarak hiçbir zaman ele alınmamıştır. Bir ilkenin önemli diğer ilkenin önemsiz sayılması görüşü hiç taraftar bulmamıştır. İslamcıların inancına göre İslami ilkelerin hepsi aynı derecede önemlidir. Birinin varlığı diğerini gereksiz etmeyeceği gibi birinin uygulanması da diğerini ortadan kaldırmaz. Genel olarak bu yüzden İslamcılar kendilerinin, İslam’ın bir ilkesi adlandırılmalarını, hoş karşılamazlar. Yani Zekatçı İslamcılar, Namazcı İslamcılar, Oruççu İslamcılar gibi kavramları hiçbir zaman tercih etmedikleri gibi siyasal İslamcı deyimi de İslamcılara dışardan yapılan bir yakıştırmadır.
Batılı dogmalara göre din ile siyasetin mutlaka ayrı olması Kilisenin siyasete, yargıya, hukuka, eğitime, ekonomiye karışmaması toplumun gelişmesi için hayati bir ilkedir. Kilisenin yetkileri daha çok din eğitimi ile, ibadet işleri ile sınırlandırılmıştır. Dolayısı ile din ile siyasetin bir arada ele alınması batılı dogmalara göre yanlıştır ve toplumun geri kalmasını engellemektedir. Din siyasetin alanına karışmamalıdır. Laiklik diye kavramsallaştırılan bu görüş sömürgeciler tarafından desteklenen teşvik edilen bir görüştür.
Sömürgecilik askeri ve siyasal gücünü kaybetmesinin aksine ideolojik gücünü büyük ölçüde korumuştur. İslam ile siyasetin mutlaka bir birinden ayrılması görüşünü batıdaki tecrübeye bağlı olarak telkinler hep devam etmiştir. Ancak Hıristiyanlıkta görülen Kilise/Ruhban sınıfı ve otoritesinin karşılığı İslam’da olmadığı gibi iki dinin temel ilkeleri arasında da esaslı bir farklılık vardır. Üstelik batılı toplumların şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan siyasal ve ideolojik sonuçları, farklı toplumsal yapılara ve farklı tarihi tecrübelere sahip olan İslam toplumları niçin benimsemek zorunda kalsın?
Bu alanda iki farklı eğilim ortaya çıkmıştır: 1-Aslında İslam’ın siyasal ilkeler taşımadığını savunanlar olduğu gibi, 2-Kurucu irade tarafından İslam’ın bazı ilkelerinin kurallarının uygulamadan kaldırılabileceğini savunanlar olmuştur.
(Devam Edecek)
Sorun siyasetin değil siyasetçinin bozuk olmasındadır.Kendini yönetemeyenlerin devlet yönetmeye kalkışmasında dır esas sorun.Tabi ki böyle bir bozuk zihniyet mutlaka inancı da istismar edecektir.
Eylül 16th, 2009 at 12:40