content

02 Kas

Sinoncu Komutan ve Müzik

''Milli marş’ ve ‘kurtarıcı’ gibi figürler modern zamanların sembolleri. Ulus devletlerin halk üzerindeki ‘zorunlu meşruiyeti’ için bunlar zaruri şeyler. Ama istiklalini hiç kaybetmemiş

olan bir milletin marşının adı neden Milli Marş değil de İstiklâl marşıdır?

Aslında her şey “bilinçlenmemiz” için, yani dayatılan yapıya adapte olabilmenin gereği...
Süreç nasıl gelişti?
İngiliz ve Fransız kılığına bürünmüş olan tefeci Rothschild hanedanı, Osmanlı topraklarındaki petrolü tek başına ele geçirmenin peşindeydi.
Daha sonra İngilizlerin de itiraf edeceği üzere, sömürgecilikte geç kaldığından arayı kapatmak için acelesi olan maymun iştahlı Almanların devreye girmesi, planda değişikliğe yol açtı.
Süreç Osmanlı’nın tarih sahnesinden el çektirilmesi, dolayısıyla İslam ümmetini parçalanması ile neticelendi. Ortadoğu diye bir coğrafya uydurdular ve bu coğrafyayı uyduruk sınırlarla böldüler.
Bunun iki temel amacı vardı: İlki petrol kaynaklarını ele geçirmek, ikincisi ise İsrail diye bir devlet kurarak, bölgenin sürekli kargaşa içinde kalmasını sağlamak.
Aslında Almanların 2. Cihan Harbi’ne sürüklenmelerinde de, hem önlerinin kesilmesi, hem de Yahudilerin Almanya’dan göçü hedeflenmişti. Elde edilen sonuçla hem Almanların yol alması engellendi, hem de petrol iyiden iyiye garanti altına alındı.
Anadolu’da işin şansa gelir yanı yoktu. Bu nedenle kalan topraklarda adı değişmese de, yeni kimlikle bir ulus devleti inşa edildi.
Değişim İkinci Mahmud’la başlamış, saray mensuplarına bile, İslamî bilinci kemiren Fransız virüsü girmişti. Başta Mithat, Enver, Talat ve Cemal gibi paşalar cenahında durum zaten hiç iç açıcı değildi. Abdülaziz ve Abdülhamid Han, bu virüsü temizlemek için var güçleriyle mücadele etseler de değişim için nefesleri yetmeyecekti.
İş henüz bitmemiş, İsrail tesis edilememişti. Sürecin akamete uğramadan tamamlanabilmesi için hilafetin ortadan kalması şarttı. Önce kendi tabirleriyle Osmanlı ‘ebediyyen munkarız’, edildi, ardından da hilafet ilgası geldi.
Bu sayede hem Osmanlı’nın yeniden ihyası, hem de ümmeti birleştirecek unsur olan hilafetin yeniden tesisi engelleniyordu.
Ulema idam edilerek devre dışı bırakıldı, Kur’an yasak edildi, tekkeler kapatıldı, alfabe değiştirildi, kelime zenginliğinde eşi benzeri olmayan lisanımız uyduruk kelimelerle dolduruldu, şapka zorunlu kılındı, ezan yasaklandı, Ayasofya kapatıldı, camiler ya ahıra dönüştürüldü, ya da satıldı, hatta genelev yapılanları bile oldu. Dahası Türk müziği dahi yasaklandı.
Aslında bütün bunları hemen herkes biliyor. İşin müziğe kadar geldiğini eskiler bilse de, yeni nesil biliyor mu emin değilim. Bütün bu mâziyi aşağıdaki iki nakli aktarmak için hatırlattım.
O halde gençler hadi siz önden buyurun…
Can Dündar ‘Türk Müziğinin yasaklanması’ başlıklı yazısında şunları yazıyor:
Yıl 1934’tür. 1 Kasım günü o zamanki hitapla Reisicumhur Gazi hazretleri, Meclis’i açış konuşmasında müziğe değinir ve “Arkadaşlar” der, “Bugün dinlediğimiz musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz”
 
Bu, bir işarettir. Çünkü Gazi Paşa kıyafetten söz ettiğinde giysilerimiz, yazıdan bahsettiğinde harflerimiz değişmiştir. Sıra, müziktedir. Maarif Vekâleti acilen bir kongre toplar. Dönemin ünlü müzisyenlerini bir araya getirir. Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey’in de aralarında bulunduğu toplam 8 besteci Ankara’da buluşurlar.
 
Toplantının açılışında Milli Eğitim Bakam Abidin Özmen kısa bir konuşma yapar ve topu salondaki müzisyenlere atar:
 
“Hadi bakalım. Nasıl yapacağız bu musiki inkılâbını?”
 
Salondakiler şaşırıp kalırlar. Sonra tam 4 saat süren bir müzik tartışması başlar. Bu arada Milli Eğitim Bakanı sık sık telefona çağrılmaktadır. Son telefondan sonra dayanamayıp durumu açıklar:
 
“Mustafa Kemal Paşa, Çankaya’dan birkaç seferdir telefon ettiriyor. ‘Musiki inkılâbı ne yoldadır’ diye soruyor”.
 
Müzisyenler paniklerler. Ellerini çabuk tutmaları lazımdır. İnkılâbı o gün, orada kendilerinin yapacağını anlarlar. Sonunda içlerinden birisi “Memlekette tek sesli şarkı söylemeyi yasaklayalım” der.
 
İlk itiraz eden Cemal Reşit Rey olur:
 
“Olur mu böyle şey! Diyelim bir çoban davarlarını otlatırken şarkı söyleyecek olsa ille köye gidip ikinci bir çoban bulup, ‘Gel birader şu ikinci sesi uydur’ mu diyecektir?”
 
Ama bu itirazı kimse dinlemez. Sonunda İçişleri Bakanlığı bir emirle radyoda Türk müziği yayınlanmasını yasaklar.
 
Tabii 4 saatte yapılan bu devrim geri teper. Halk Hint ve Arap radyolarına hücum eder ve yasak 8 ay sonra ister istemez kaldırılır. Devrimin acelesi vardır ama kültür aceleye gelmez.
 
Cemal Reşit Rey, yıllar sonra halkın bu sessiz direnişine saygı duyduğunu açıklayacak ve “Şüphe yok ki günü geldiğinde çok sesli müzik memleketimizde kök salacaktır” diyecektir.
İkincisini iseAfşin Yöresinden Nükteli Anılarla Halk Bilgeliği’ adlı eserden nakledelim:
1930'lu yıllarda çoksesli batı müziğinin ve eğlence tarzının (dans) yaygınlaşması için düğünlerde davul ve zurna çalmak yasaklanır.
 
"Çocukluğumuzda komşumuz Delioğlan'ın Arif “ud”, Paşa Hasan'ın oğlu Hanifi de "def çalarak düğünleri şenlendirirlerdi.
 
Bir gün bunlar bir hemşerimizin düğününde ud ve def çaldıkları için, Kale'nin dibindeki Okkuoğlu'nun evinde hizmet görenleri karakola çağrılırlar. Karakol komutanı Mardinli Arapça ve Kürtçe de konuşabilen Ziya Çavuş adında bir komutanmış.
 
Komutan bunlara ne iş gördüklerini sorunca, bunlar da bir hemşerinin düğününde ud ve def çaldıklarını söylemişler. Komutan, "yasak olduğunu bilmiyor musunuz" diye kızınca, bunlar da "biliyoruz ama çaresiz ekmek parası için çalıyoruz, kumandanım' demişler.
 
Kumandan ne çaldığınızı bir de ben göreyim, çalın bakalım, demiş. Bunlar da oynak bir hava çalınca kumandanın kendisi de görevinin mehabetini unup oynamaya başlamış, bu sırada Delioğlan'ın Arif de oynamış. Çalgı bitince, kumandan "Şimdi gidin, fakat bir daha olmasın" demiş.
 
Bizim hemşerilerimiz de merdivenden inerken, Delioğlan'ın Arif, “kumandan da sinoncunun birine benziyor” deyince, bunu duyan nöbetçi jandarma bunları çağırıp kumandanın huzuruna yeniden çıkartarak "Bunlar size bir şey söyledi kumandanım" demiş.
 
Kumandan da bizim hemşerilere, ne dediklerini sormuş. Bunlar da "sinoncu dedik, kumandanım" deyince “sinoncu ne demek” diye sormuş. Delioğlan'ın Arif de “Buralarda büyük, akıllı adamlara sinoncu derler kumandanım” demiş ve böylece cezalandırılmaktan kurtulmuşlar.”
Oysa “sinoncu”; ilkesiz, fırsatçı, sözleriyle hareketleri birbirine uymayan kişilere verilen bir isimmiş.
Bu ülkede bazıları zulmün sadece kendilerine yapıldığını sanırlar. Oysa Selanik göçmeni olmayan herkes ve özellikle de Müslüman olup da zulüm

http://www.kemalozer.com/sinoncu-komutan-ve-muzik-502h.html

 

Etiketler : , , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank