Sineklerin Dansı
“…..Keşke Dinçeri yanıma alsaydım. Hava da karardı. Üff... Yarım saat
daha beklesem… Ya taksi bulamazsam.. Sarıyer’e gidersem otobüse binerim…”
Bir uzay gemisi ormanlık bir yerde açıklık bir alana inmiş, içinden
çıkan koca kulaklı yaratık, “Bekleyeceğim seni” demişti rüyasında.
Uyandığında gördüğünün rüya olduğu gerçeği onu çok şaşırtmıştı. Hani gerçek
gibi rüyalar vardı ya, bu da o biçim bir rüyaydı işte! Basın yayın organları
öyle çok bahsediyor ki uzaylılardan etkisinde kalıyoruz diye düşünmüş, üç dört
gün sonra günlerin hayhuyları arasında unutmuş, ama bir hafta önce aynı rüyayı
gene görmüştü. Aynı ormanlık alandaki, aynı açıklık yere aynı uzay gemisi
inmiş, içinden çıkan aynı yaratık, ’yedi-dokuz arası bekleyeceğim seni” demişti.
Bu kez rüyasının etkisinden kolay kurtulamamış, hafta boyunca sersem
sepelek çalışmış, Dinçer’in “Neyin var senin?” sorusuna, “Uzaylılara
inanıyor musun?” sorusuyla cevap vermişti. Ama Dinçer, “İnanıyor musun
o saçmalıklara?” diye, soru-cevabına, soruyla cevap verince açamamıştı
derdini ve buradaydı işte bir başına. Kalkıp gitmek istiyordu gitmek!
Guu gu guu diye sesler olmasa ve fişt hişt gibileri, kalkıp gidecekti de
şüphesiz. Gitmek için gerekli olan refleksi tam yapacakken, herhangi bir
hışırtı, çömeldiği yerde gittikçe artan karanlığa daha çok sığınmasına
neden oluyordu. Üste tükürsen bıyık, alta tükürsen sakal ve iki ucu boklu
değnek karışımı bir şeydi içinde bulunduğu durum. İnsanın zor ve korkulu
zamanlarda kendisiyle alay etmesi rahatlık veriyordu ya biraz, “Sen koca
bir aptalsın” dedi sesli. Titrek çıkan, tanıdık olmayan sesinden ürktü.
İçinden tekrarladı “Ne aptalı sen tam bir süzme salaksın. Gelmiyorlar işte!..
Boş ver.. On dakika daha bekler sonra giderim.. unuturum gider.. Hem böyle
davranmam içimde ukde kalmasından iyi.. Taş attım da kolum mu yoruldu
dememişler mi böyle durumlar için büyükler…”
Hafif bir rüzgar ve vınlama sesiyle başını havaya kaldırdı. Düşüncesi
dondu. Kalkıp kaçmak istedi kaçmak! Hareket edemedi. Uçan daire yere kondu.
Vınnnn kapısı açıldı. Vınn merdiven… Basamakları ağır çekim inen yaratık;
yaklaştı yaklaştı beş adım mesafede durdu. Gerçek miydi bu?! Rüyaydı besbelli.
Böyle düşünmenin rahatlığıyla kaçmak için birkaç adım attı ki, sırtında duyduğu
bir acı ve tüm bedenini saran mavi bir ışıkla öylece bir adımı önde bir adımı
arkada dondu kaldı. Ekolu mekanik bir ses: “Böyle davrandığım için üzgünüm
ama söyleyeceklerimi sana dinletmem gerek” dedi ve devam etti. “Korkma!.. bu
ışık sana zarar vermez. Sadece konuşamaz ve hareket edemezsin. İsmim Kumaluma.
Biz Oragora galaksisindeki Ustur gezegeninden geliyoruz. Amacımız dünyadan
yüz insanı kendi gezegenimize götürmek. Neslinizi korumak ve soyunuzu
devam ettirebilmeniz için. Sen de götürülmek için seçilmişlerden birisin.
Şimdi çevrendeki dondurucu kalkanı kaldıracağım. Gözlerini iki kere kapatıp
açarsan korkunun geçmiş olduğunu anlayacağım.”
Geçmemişti ki. Ama böyle bir bacağı önde bir bacağı arkada kim bilir
daha ne kadar süre durulmazdı da hani! Gözlerini iki kere kapatıp açtı.
-“Ne ne..neden?” dedi kekeleyerek.
-“Ne neden?”
-“Neden götürmek istiyorsunuz”
-“Soyunuz giderek varlık nedenlerinden uzaklaşıyor.”
-“Na..Nasıl?”
-“Dünyanın dengesi bozuldu. İnsanoğlu yüzünden. Yokluğa
doğru sürükleniyorsunuz. Bilmiyorsunuz. Biz dünyaya yüzotuz yılda bir geliyoruz.
Bir sonraki gelişimizde çok geç kalmış olabiliriz. Elimizdeki verileri
bilgisayara yüklediğimizde gördük ki çok değil en fazla yetmiş seksen yıl
içinde dünya çok büyük afetlere gebe olacak. Sizin dilinizle dünya isyan
edecek denebilir. Bu durum insan soyunun yok olabilirliği ihtimalini doğuracak.
Biz bu soyun devamlılığını sağlamak için gerekli önlemleri almayı bir
vazife sayıyoruz.”
-“Neden ben?”
-“Seni uyurken inceledik. Beyninin enerjisini temiz bulduk.
Yetkileşme planınızda araştırmanız gereken özelliklerden biri olan sizin
vijdan dediğiniz ölçü aleti, henüz sende işlevini yitirmemişti.”
“Ne diyor bu?!”
-“Orada yaşam nasıl?”
-“Biz orada buradaki insan gibiyiz. Bizim yaşamımız bilgisayar ve
robotlarla iç içedir. Her bireyin istediği bir işte çalışma özgürlüğü olduğu
gibi belirli bir süre çalışma zorunluluğu da yoktur. Biz uygulamalı canlı
bilimi hariç her üretimde robotları kullanırız.”
“Uygulamalı canlı bilim de ne acaba?”
-“Uygulamalı canlı bilimde neden robot kullanılmıyor?”
-“Çünkü canlılarla uğraşmak sevgi ile olmalıdır. İnek sevgiyle sağılır.
Bitki sevgiyle büyür.”
“Anaa! Bunlar deli!”
-“Sizin orada da inek var mı?”
-“Evet ama buradakilere benzemez. Bizde inek altı bacaklı mamlikaton
renklidir. Sütünün rengi kırmızıdır.”
-“Mamlion renk mi?”
-“Mamlikaton.”
-“Nasıl bir renk o..?”
-“Sizin bilmediğiniz bir renk.”
-“Neye benziyor?”
-“Hiç algılamadığınız bir şeyi ben nasıl anlatabilirim ki?!”
-“Anladığım kadarıyla hiç sorununuz yok.”
-“Olmaz olur mu? Biz bir çok hayvan türünün dilini anlayabiliyoruz. Şu sıra
bazı hayvan türlerinin dilini çözmeye çalışıyoruz. Onların son on yıldır
artan nüfuslarını kontrol edebilmek için bunu başarmak zorundayız.”
“Vay canına! Biz öldürerek kestirmeden hallederiz işi.”
-“Bizim için böyle sorunlar lüks sayılır.”
-“Sanırım doğru bir yaklaşım.”
-“Peki.. düşünmek için bana süre verecek misiniz?”
-“Ne kadar?”
-“Ne bileyim..ımm üç gün.”
-“Cuma günü yedi sekiz arası bu alanda bizi bekle.”
x x x
Gece onbirde kıymanın başına oturabildi ancak. Zaten beş altı aydır gece ikide,
üçte yatabiliyor, sabah sekizde kalkıyordu. Yorgunluk bile hissetmiyordu
artık. Durumuna yorgunluğa alışmak da denebilirdi. El alışkanlığını
yeterince kazandığından köfte yapımına vermiyordu dikkatini.
Düşünceler.. Kurtulacaktı bu köftelerden.. Dünyadan..
İstanbul’dan.. Uğraşıp didinmekten.. İnsanlardan.. her şeyden..
“Önümde üç gün var. Sevdiğim şeyler.. birkaç kitap almalıyım. Sevdiğim bir iki
üst baş.. pabuç, fotoğraf da almalı.. Bir valize bir şey demezler herhalde.
Hiçbir şey almasam mı? Dinçer’e nasıl söylüycem? Hiçbir şey söylemem. Ne çok
sevinir dükkan kendisine kaldı diye.. Ha ha birazda o uğraşsın. Savaşta
kaçanları arkasından vururmuş subaylar. Dinçer beni vuramaaazz.. Öff!..
“Ne yapacağım orada ben. Ya canım sıkılırsa? Niye sıkılsın ki?! İşe girerim.
Ne işi be! Gezerim gezerim gezerim. Üff.. Hüh konferanslar veririm. Tabi yaa.
Dünyayı ve insanları anlatırım. Dünya insanları ikiye ayrılır derim. Bir
başarılılar iki başarısızlar. Bir çok şekil ve ebattaki kazık engelini
başarıyla atladıktan sonra başarı durağında durarak başarısız insanlara
öğütler veren kişilere başarılı insan denir. Başarılı insanların verdikleri
öğütler şunlardır. Bir mücadele edeceksin iki direteceksin üç direneceksin
dört sebat edeceksin beş yılmayacaksın altı çok çalışacaksın yedi kadere
inanmayacak kendi kaderini kendin yazacaksın. Ayrıca her bir başarılı
insanın kendine özgü öğütleri de bulunabilir. Mesela kimi başarılı insanlar
ne yapalım kader kısmet diyebilirler ve şükretmelisin derler. Önem
sıralaması başarılı insandan başarılı insana değişse de verilen öğütler
genellikle bunlardır. Bu öğütleri harfi harfine yerine getirmeye çalıştıkları
halde başarılı olamayan insanlara başarısız insan denir. Başarısız
insanların başarısızlığının iki nedeni olabilir. Ya beceriksizdirler
başarmayı beceremezler ya da başarılı insanlar yanlış öğütler vermektedir.
Nitekim başarısız insanların üzerinde mutabakata vardıkları da başarılı
insanların gerçek öğütleri sakladığı yönündedir. Gerçek öğütlerin şu biçimde
olması gerektiği konusunda rivayetler vardır. A satacaksın anasını.
B acımayacak kanmayacaksın. C üstündekine bel büküp gerdan kırarken
inleteceksin altındaki pezevenki. D sisteme taviz vereceksin ama hiç
vermiyormuş gibi görüneceksin ve en önemlisi E kuralına göre oynayacaksın
oyunu kuralına! Yerinde ve zamanında gözlerini kapayıp, yaratana sığınıp
becertmesini becereceksin bedenini ve/veya şerefini. Çok şey bilirler
başarısız insanlar. Amma velakin uygulama özürlüdürler. Son zamanlarda
bir düşünür (ki ismi bilinmiyor sözleri ise kitaplara dergilere duvarlara
yazılıyor) aslında diyor, insanları başarılılar ve başarısızlar diye
sınıflamak yanlıştır. Doğru sınıflama bir korkaklar iki korkak olmayanlar
biçiminde olmalıdır. Başarılı veya başarısız olmak bu sınıflamanın bir alt
basamağı olabilir. Başarısız insanlar korkak olduklarını kabul etmek
istemezler ve korkularının üzerine namus şeref iyilik merhamet onur monur
gibi soyut giysileri giydirerek bir biçimde kendilerini korurlar. Kim bilir
belki de bu düşünür doğru söylemektedir. Nitekim son zamanlarda Allah’ım
ne olur bana cahil cesareti ver biçimindeki duanın popülaritesinin arttığı
söylentisi bu filozofun doğru söylediğini doğruluyor gibidir. Bazı filozoflar
bu filozofa kızmaktadırlar. Ne o canım çıkmış ortaya tüm değerleri küçümsüyor.
Evet kabul etmek gerekli ki başarılı bir filozof, sözleri tutuluyor ama bu
sözleri niye söylüyor, bunu araştırmak gerek. Kafaları karıştırmak için kimden
para alıyor bakalım! Başarısız insanlara hedef saptırmak için başarılı
insanların parayla tuttuğu bir şarlatandan başka bir şey değil o! Vesaire
vesaire demektedirler. Her neyse, henüz düşünürler konu üzerinde
düşünmelerini sürdürmektedirler. Bakalım ilerdeki yıllar ne gösterecektir.
Falan filan falan..üff..boşver..”
Bıkmıştı başarısızlıktan. Ama alışmış tanımıştı da. Öyle ki her yeniden
başladığında sıfırdan, henüz terslikler başlamasa bile kokusunu alabileceği
kadar tanıdık ve alışıldıktı başarısızlık. “Bu kez de olmayacak. Köfteci
dükkanı da işlemeyecek. Kaçmalıyım..Kısa yoldan.. hemen.. yoksa gittikçe
batarım.” dedi sesli kırmızı renkli sütü düşünürken. Böğğ nasıl alışacaktı?”
Şu mamli her neyse renk. Nasıl acaba? Algılayamazsam.. O zaman ineği hangi
renkte görürüm? Karışık işler.. Belki onlarda merak ediyor. Neyi? Benim o rengi
görüp görmeyeceğimi, göreceksem kendileri gibi mi göreceğimi? Görmeyeceksem
nasıl göreceğimi? Kendileri gibi görüp görmediğimi görmeyi..üff kafam karıştı.. Boşver..”
Ah! Her santimetre karesine milim milim emek döşemişti bu dükkanın ama şapa
oturmuştu gene. Emlakçi kendi kiraladığı dükkanı (ki bal gibi harabe
denebilirdi) kendini mal sahibi göstererek kakalamıştı. Dükkanı adam etmek
için sırtında çimento taşımış, vernik boya çamaşır suyuna batmış, yer
karolarının arasındaki boyaları tırnaklarıyla kazımıştı.
Köfte tezgahını (ki davlumbazlı devasa bir şeydi) taşıyabilmek için
birkaç taksi şoförüne yalvarmıştı. “Abi bagaj parası veririz ne olur.”
“Olmaz ceza yerim” “Abi şurdan şura ne olur be ağabeycim.” “Kamyonet tutun”
“O kadar paramız yok” diyememişti şoförlere. “Yeter kes küfretmeyi”
diyordu Dinçer’e arada bir, kalan birkaç damla enerjisiyle ki yaşlı bir
şoför; görmüş geçirmiş; umudun bittiği yerde ağlamak isteği; neden!
O şoför kimdi? Şimdi görse tanır mıydı?
Kalın boruları Dinçer parti parti taşımıştı bisikletin arkasında. Mucize gibi
bir şeydi yaşananlar. Dinçer’in damdan aşağıya sarkıttığı kocaman boruyu
tutarken, bırakıp kaçmak istemişti biran. Hem de şiddetli. Mucizeydi canım!
Kaçma isteğini gücünü aşan bir gayretle gemlemişti de ne olmuştu? Pasajda
çiçek açtı demişti çevre sakinleri. Mal sahibi çıkagelmişti. Dükkandaki
gelecek vaadini içine çekmişti. Emlakçiye ateş püskürmüştü. Yoksa bu oyunu
birlikte mi tezgahlamışlardı? Niye kendisini destekler görünmüştü? O tanıdık
bildik, -bir arada bir derede kalma- durumunun cump içine düşsün diye mi?
Ustur ile Dünya arasında kalma durumunun, emlakçi ile mal sahibi arasında
kalma durumundan farkı var mıydı peki? “Hayat iki ateş arasında kalma
durumlarının bileşkesidir.” dedi gülümseyerek.
“Şu Kumaluma! Ne kadar ukala! Yok Dünyalılar şöyleymiş de böyleymiş.
Sana ne?! Kendini beğenmiş terbiyesiz! Yok efendim dünya isyan edecekmiş de
neymiş de! Yamyamıyız biz? Küçümsüyor. Kandırıyor da olabilir! Hıh hı..
sizi gidiler! Deneylerinizde kullanacaksınız değil mi?! Yemezler. Saçmalama
salak! Kullansalar ne olacak? Nasıl görüyor ne düşünüyor falan filan.
Ne güzel ilgilenecekler işte! İLGİ. Düşünsene İLGİ.”
“Ya pişman olursam, dünyayı özlersem, geri dönmek istersem?!” Oysa dünyanın
bir ucuna gitse bile ayrıldığı yere dönme ihtimali hep vardı. Eğer gitmezse,
bu kez gitmediğine pişman olursa ne olacaktı peki?! “Bir arkadaşıma içimi
açar, keşke gitseydim diyebilirim en azından. Usturlulara ise keşke
gelmeseydim diyemem ki!” İnsan evine misafir gelen birine iki gün önceki
davete gitmediğine pişman olduğunu söyleyebilirdi ama evine misafir olarak
gittiği birine keşke buraya gelmeseydim denebilir miydi hiç?! Üstelik dönüşü
yoksa.
“İstanbul’da yaşamayı sevmiyorum ki.” Ama martıların uçuşunu seyretmeyi seviyordu
ve çığlıklarını.
“Bu ülkeyi sevmiyorum” ama bu ülkede bir yerlerde ağustos böcekleri vardı ve
kurbağa vıraklamaları.
“İstanbul öyle kirli ki yağan kar bile yağdığına pişman, hemen eriyor.”
Ama yarım günlük mesafeydi doğduğu yerler ve üzerinde yürürken karın çıkardığı
ses gırç gırçç.
“Hepsi yok olacak diyor Kumaluma” ama dur bakalım ne zaman? Hem doğru mu
bakalım? Geleceği kim bilebilir?
“Yeni canlılar tanıyacağım orada, yenilikler, yeni renkler..” ama bir bakkal
Hüseyin amca olmayacaktı tanıdık. Ve alışıldık sorusu Hüseyin amcanın:
“Ne olacak bu memleketin hali?!”
Öyle ya! Ne olacaktı bu memleketin hali? Geri dönülmez bir yola gittiğinde
hiçbir zaman cevabını bilemeyeceği, oysa umutla cevabını öğrenmeyi
bekledikleri.
Aslında tiryakisiydi İstanbul’un, ve bu ülkenin tiryakisi.
Bakkal Hüseyin amcanın
Balıkçı Ahmet’in
Komşu Hayriye teyzenin..
Ne olacak bu memleketin hali sorusunun.. Yok kurtulacaktı
tiryakiliklerinden. Kimbilir! Belki sigarayı da bırakırdı Ustur’da.
Ama ne yapardı Dinçer yalnız başına? Kumaluma’nın ölçü aleti dediği
şu meret çalışmaya başlarsa Ustur’da tiki tak tak tiki tiki tak sinir bozucu,
uyku kaçırıcı saat gibi.
x x x
İlk basamağa birlikte adım attılar. Durdu. “Konuşmamız gerek” dedi. “Tabii”
dedi Kumaluma.
-“Hintlileri bilir misin?
-“Bilirim.”
-“Dinle, Bir Hint masalı bu:
Bir ırmağın ortasındaki gölcükte üç balık yaşarmış. Birinin adı
(Geleceği Gören), ikincisininki (Bugünü Düşünen), üçüncüsününki
(Ne Olacaksa O Olsun Diyen)miş.
Bir gün, yoldan geçerlerken birbirlerine: “Hey, bu gölde ne çok balık var”
diyen balıkçıları işitmişler.
Bunun üzerine geleceği Gören, balıkçıların gelip onları avlayacağını düşünüp,
nehrin akıntısına girmiş ve oradan uzaklaşmış ama bu günü düşünen kendi kendine
“dur bakalım, tehlike belirirse, gerekeni yaparız” deyip, yerinde kalmış.
Ne olacaksa olsun diyen ise “görelim bakalım ne olacak” demiş ve bir şey
yapmayı aklından geçirmemiş.
Sonra balıkçılar gelip, göle ağ atmışlar. Kurnaz Bu Günü Düşünen olan
biteni kavrayıp, bu günkü duruma uygun olanı yapmış. Ağın içinde kımıldamadan
durup kendine ölmüş gibi göstermiş. Balıkçılar onu ölü sanıp, suya atmışlar.
O da hemen akıntıya dalıp hızla uzaklaşmış.
Ama sersem Ne Olacaksa Olsun diyen ağa takılınca çırpınıp didinmiş. Ne
kadar çabalarsa da kurtulamamış.
Ben hayatım boyunca hiç birinci balık olamadım Kumaluma. Geleceğimi ne
zaman tasarlasam, planlarım ya bozuldu ya da planladığım şey daha beter
tuzak oldu. Bu günkü duruma uygun olanı, bizim politikacılarımız çok iyi
başarırlar. Ben hiç kurnaz olamadım. Ah! hep üçüncü balık olmaktan öyle
bıktım ki! Ama kanıksadım da aynı zamanda. Ağlar tanıdık oldu.”
-“Seni anlamıyorum.”
-“Peki..daha değişik bir biçimde anlatayım. Sen hiç sineklerin dansını
seyrettin mi?”
-“Sinek nedir?”
-“Sinek havada uçan küçük bir canlıdır. Peki martıları bilir misin?”
-“Evet.”
-“Deniz dalgalı, rüzgarlıysa hava, martılar dans ederler. Birbirleriyle
uyumlu suya ya paralel ya dikey hareketleri, ağır nazlı ve güzeldir. Seyrine
doyum olmaz. Bir de sineklerin dansı var. Bazen üç bazen beş veya on sinek,
sayı önemli değil, ne kadar az veya ne kadar çok olmaları danslarının
ilginçliğini etkilemez. Hepsi aynı yöne dönüktür. Sanki sahnede gibi. Siyah
giysiler giymiş modern dansçılara benzerler. Aynı küçük zikzakları çizerek
oldukları yerde dans ederler bir süre. Ağır ağır. Çok durgun. Sanki havada
donmuş gibi. Yok yok.. ağır çekim bir film gibi desek daha doğru olur. Sonra
zamanını kestiremediğin bir anda aniden birisi büyük bir zikzak çizer hızla.
Bir diğerinin hareketini ne zaman yapacağını kestiremezsin. Bazen peş peşe
bazen düzensiz aralıklarla bazense ikisi üçü aynı anda yarım daireler
sekizler karmakarışık şekiller çizerler havada. Çıldırmış gibi! Hareketlerinin
biri bir diğerine benzemezken nasıl oluyor da birbirlerine çarpmazlar şaşarsın.
Bir ara iki tanesi dalaştı sanırsın ama öyle çabuk olup biter ki bu, yoksa
benim gözüm mü yanıldı? diye düşünürsün. Hareketlerin hızını gözlerin takip
edemez. Kaçırmamak için gayret sarf edersin. Daha hıza alışamadan sen,
ağırlaşırlar. Bu böyle sürer gider. Hızlı yavaş. Durgunluklarının çok
ağır, hareketliliklerinin çok hızlı olması hayat ve ölümü çağrıştırır.
Çelişkiler!. Belki de hiçbir şeyin çelişkisi, sineklerin dansındaki çelişki
kadar belirgin değil ama karmakarışıklık içerisinde her şey alabildiğine
nettir. Sanki bir şeyler anlatmak istiyor gibiler. Sineklerin dansını ilk
fark ettiğim zaman çok şaşırdım. Son seyrettiğimden bu yana kaç yıl
geçti hatırlamıyorum ama günün birinde gene seyredeceğim Dünya’da yaşadıkça
ve bir gün neyi anlatmak istediklerini çözeceğim. Belki de hiçbir anlamı
hiçbir önemi yoktur ama bunu anlayabilmem için bile Dünya’da bulunmama
değmez mi? Bu Dünya’da ya yaşamla dans eder insanlar, ya da yaşam insanlarla
dans eder. Her ne kadar yaşamın benle dans etmesine hüküm giymiş gibi
görünsem de, günün birinde yaşamla dans etmeyi öğreneceğime inanıyorum.
Bu yüzden sineklerin dansını anlamam çok önemli.”
-“Seni anlayamıyorum.”
-“Keşke hiç gelmeseydin Kumaluma.. Sen Godot’yu da bilmezsin. Hep beklenen
ama hiç gelmeyendir Godot. Biz Godot’yu beklemeye öyle alıştık ki
Kumaluma, beklemeden yaşayamayız. Sen bunu da anlayamazsın.
‘Durmuş burada neyle uğraşıyorum’ der gibi tepeden tepeden yüzüne bakıp bir
süre, sonra dönerek gemisine yürüyen Kumaluma’nın arkasından seslendi.
-“Heey Kumaluma!!. Şu renk?! Ben algılayabilecek miydim?
Hiçbir şey demedi Kumaluma. Gemisine bindi. Belki ‘miydim’ yerine ‘miyim’
deseydi! Belki! Kim bilir?! Hay Allah!! Ufak bir dil sürçmesi. Küçücük
bir d fazlalığı işte! Tek bir harf bile bazen, yaşamı tamamen
değiştirebilecek bir şey miydi yoksa... ”Yoksa bir korkak olanlar bir de
korkak olmayanlar mı var? Yoksa cehalet azaldıkça cesaret de mi
azalıyor? .....üff... boş ver...”
Mukadder şimşek