Şimdi ‘Anadolu İrfanı’nı Düyaya Göstermenin Tam Zamanı
Ne iskender takmışım ben,
Ne şah,
Ne sultan. . .
Anadolu'yum ben,
Tanıyor musun ? ? ?
Ahmed Arif
Anadolu; Hitit, Eti, Urartu, Ahameniş, Ermeni, Pakraduni, Klikya, Troya, Med, Selevkos, Sasani,
Trabzon Rum, Pontus, Kizzuvatna , Karya , Makedon, Pergamon, Gürcü Bagratlı , Hatti, Arzava, Frigya, Assuva, İyonya, Akad, Mittani, Lidya, Bitinya, Luvi, Kolha, Lazika, İberya, İznik Rum , Bizans, İlhanlı, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet devlet/millet hakimiyetlerini yaşatmış bir toprak parçası.
Yukarıda üzerinde yaşadığımız ve vatan edindiğimiz Anadolu topraklarında tespit edebildiğim devletler ve uygarlıklar.
Anadolu, öyle derin ve büyük bir gerçektir ki , kendisini anlamayanı aşar, ezer, tarihin dışına atar.
Tarih boyunca bu devletler ve milletler bu coğrafyada yaşadılar ve geride ilim, bilim, kültür, sanat kısaca uygarlık adına eserler bıraktılar.
Biz her açıdan iklimi gibi zengin bu kültürel mirasa ‘Anadolu İrfanı’ diyoruz.
Bir toprağın, bir coğrafyanın fethedilmesinde, kazanılmasında, orada hâkimiyet kurulmasında kısaca gerçekten "vatan" haline getirilmesinde askeri güçten daha önemlisi gönüllerin fethedilmesi gerekliliğini insanlık tarihi, özellikle bu coğrafya bize defalarca göstermiştir.
Anadolu'nun bu kadar farklı devlet, millet ve uygarlıktan sonra ; Türkleşmesi ve İslamlaşmasında da en büyük pay askeri fetihlerden ziyade "gönüllü hareketler" tarafından yapılmış olan "gönül fetihleri" ne aittir. İslam'ın Anadolu'daki yayılışında - Aşık Paşazade'nin yaptığı dörtlü tasnif "şablon" olarak tarihçiler tarafından kullanılmıştır- dört grup etkili olmuştur. Bunlar:
1.Gaziyanı Rum,
2.Baciyanı Rum,
3.Ahiyanı Rum,
4.Abdalanı Rum’dur.[1]
Bu dört grup 900'lü yıllardan itibaren Anadolu'ya gelmiş ve birbiriyle kardeşlik, dayanışma duyguları içinde faaliyet göstermişlerdir. Gaziler, Bacılar, Ahiler, Dervişler ve Abdallar Peygamberimizin Hz. Ali'ye söylediği Hadis-i Şerif’i ideal olarak almışlar ve hiçbir zaman hadisin manasını unutmamışlardır. Resulullah Hayber'in fethiyle görevlendirdiği Hz Ali'ye şöyle demişti: "Vallahi senin vesilenle bir kişinin imana, hidayete ermesi, üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır. "[2]
Çoğu Türkmen olan bu gaziler Anadolu'daki İslami faaliyetleri "örgütlü davet" şeklinde yürütüyorlar ve bu dört grup birbirleriyle yardımlaşıyor, birbirlerinin eksiğini tamamlıyorlardı.
Bunlar sosyal yardımlaşma müesseseleri kuruyor, toplumda yardıma ihtiyacı olan çocuk, yaşlı, borçlu, garip, misafir herkese merhamet kanalları oluşturuyor ve "kimsesiz ve muhtaç" herkese sahip çıkıyorlardı.
Anadolu Gazileri yıllar süren davet ve gayri nizamı gazalar sonucu ülfet peyda ettiği Anadolu'nun Rum halkıyla birlikte ve beraber yaşamaya alışmışlardı. Zaten Gazilerin mücadele ettiği, onların hayır faaliyetlerine engel olmaya çalışan asilzadeler, toprak ağaları, tekfurlar ve Bizans yönetimi Anadolu halkını yıllardır sömürerek canlarından bezdirmişlerdi. İşte yıllarca zulümlerden bıkmış ve şefkat ve merhameti unutmuş olan halk bu gönüllü teşekküllerde aradıklarını buluyorlardı. Hiçbir menfaat beklemeden sadece Allah rızası için yapılan bu gönülden/gönüllü hizmetler insanların gönlünü, kalbini feth etmişti.
Gaziyan, Ahiyan, Baciyan , Dervişan ve Abdalan hareketi bugünkü tabiriyle birer "gönüllü kuruluş" hüviyetinde idi. Kendisini İslam'a adayan fertlerin disiplinli, inanç, duygu, düşünce ve eylem birliğini bünyelerinde gerçekleştirdikleri cemaat hareketleriydi. Temelini istibdat ve maddi güce dayalı saltanatın değil, sevgiye, inanca dayalı kardeşliğin oluşturduğu bu cemaatlerde faziletlerin tümünü içine alan "fütüvvet" ilkesinin ayrıcalıklı bir yeri vardı. Türklerin Orta Asya’dan getirdiği Alperen’liğin bir nevi İslam’la zenginleşmiş şekli olan fütüvvet; Cömertlik, mertlik, cesaret, kahramanlık, tevazu, hilm, şefkat, hoşgörü, ülfet, muhabbet, meveddet ve fedakârlık gibi tüm faziletleri bünyesinde toplayan "fütüvvet" in tarihi çok eskilere dayanmaktadır.
Tüm İslam topraklarında bir hasbi faziletliler ordusu olarak yaşayan fütüvvet teşkilatlarının Anadolu'daki bir uzantısı da Ahilik olmuştur. Genellikle esnaf, tüccar, zanaatkârlar arasında yaygın bir meslek kuruluşları gibi de çalışan Ahiyan-ı Rum Gazilerin ekonomik kolu olarak faaliyet gösteriyorlardı. Baciyan-ı Rum Gazilerin ve Ahilerin hanımları olup onlarda İslami faaliyetlerini kadınlar arasında sürdürüyorlardı. Gazi, Ahi ve dervişler üçlü bir saç ayağı oluşturmuşlar ve Anadolu fethinin gerçek kahramanları olarak tarihe geçmişlerdir.[3]
Anadolu Selçuklu Devleti, dini siyaset hususunda, Büyük Selçuklu Devleti’nin ananelerine sadık kalarak Sünniliği ve hilafetin kendilerinde olduğu Abbasi taraftarlığını muhafaza etti; Devlet nüfuzu altındaki şehirler daima kuvvetli bir Sünni , hatta Hanefi-Maturidi muhiti olarak kaldı. Buralardaki medreseler ve 13´üncü asırda artık çoğalmaya başlayan bir takım tarikatler umumiyetle bu temayülü muhafaza ve takviye ettiler. Suhreverdi, İbn al-‘Arabi, Sadreddin-i Konevi, Mevlana gibi büyük sofilerin neo-platonicien nazariyelerini ve pantheiste temayüllerini hüsn-i telakki eden bu serbest şehir muhıti, Yakın-Şark’ın o devirdeki sair İslam merkezleriyle mukayese edilemeyecek derecede taassubtan uzak olmakla beraber, Sünni yaşam şekil ve tarzlarını daima muhafaza etmiştir.
Osmanlı devletinin kuruluşu sıralarında Anadolu şehirlerindeki en mühim tarikatler, Mevleviye, Rıfaiye, Halvetiye tarikatlarıdır. İsmini Mevlana Celaleddin Rumi’den alan Celaliye veya daha sonra daha çok kullanılan ismiyle- Mevleviye tarikatı, Mevlana’nın hayatında henüz tam tarikat şeklinde kurulmamış idi. En yüksek Aristokrasiden en fakir halk tabakalarına kadar, hatta Hıristiyanlar , Musevilerde dahil olmak üzere , etrafında birçok mürit toplayan Mevlana Celalettin Rumi’den sonra , halifeleri onun büyük şöhretinden istifade ederek muhtelif yerlerde zaviyeler açtılar , yavaş yavaş tarikatın ayin ve erkanı da teessüs etti. Yüksek aristokrasi ile yüksek ve orta burjuva sınıflarına dayanan bu tarikat , daha ilk zamanlardan beri ,heterodoxe zümrelere aleyhdar olmuş , mevcut içtimai ve siyasi nizamın muhafazasına çalışmışlardır.
13. asırda Anadolu’da yerleşmeye başlayan Rıfaiye veya Ahmediye tarikati, Moğol istilasından sonra , o aralık en kuvvetle yerleşmiş bulunduğu Irak sahasında Türk-Moğol Şamanlığının tesirinde kalmış popüler bir tarikatti. 14. asırda Anadolu’da muhtelif tekkeleri bulunan ve bağlıları daha ziyade şehirlerin fakir kısımlarına mensup olan bu tarikat büyük bir ehemmiyet kazanamamıştır.
13. asırda asrın sonunda Niğde’de Ahi Yusuf Halveti tarafından açılan bir zaviye ile Anadolu’ya giren Halvetiye tarikati de ; Mevleviye ve Rıfaiye gibi , Sünni şeklini muhafaza eden bir burjuvazi tarikatidir. Bu tarikatin uc beyliklerinin dini hayatı üzerinde doğrudan doğruya mühim bir etkisi olmamıştır ; lakin , Anadolu’da yerleşir yerleşmez Ahi teşkilatıyla sıkı bir alaka peyda ederek , şehirlerdeki işçi sınıfını kazanmaya çalışmış ve müteakip asırlarda Arran , Azerbeycan’da ve Osmanlı sahasında oldukça kuvvetlenmiştir.
14.asır başında Anadolu şehir tarikatlerinin bu umumi tablosunu tamamlamak için, meşhur İran mutasavvıfı Ebu İshak Kazeruni’ye nispetle Kazeruniye veya İshakiye veya Mürşidiye, isimleriyle zikredilen en eski İslam tarikatlerinden birinin de 14. asır başlarında Anadolu şehirlerinde var olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti’nde pek büyük önem kazanmış bu tarikatın 14. asır sonunda Anadolu’ya yerleşip müesseleştiği kesindir. Kâfirlerle cihad ve dini tebliğ prensiplerini müntesipleri için en önemli esas olarak kabul eden bu tebliğci/misyoner tarikatın, Batı Anadolu beylikleri sahasında etkin faaliyeti olmuştur.14. asır sonlarında bunların Osmanlı nüfuz sahasında kuvvetli bir mevki kazanmış olmaları ve hükümdarlar tarafından korunmaları, buna bir delildir. Küçük burjuvaziye ve işçi sınıfına dayanan bu tarikatin de , az çok diğer şehir tarikatleri gibi , Sünni bir şekil alması tabiidir.
Anadolu’da dini hayatın ve türlü tarikatler şeklinde teşkilatlanan sofilik cereyanlarının büyük şehirlerdeki bu yansımalarını gördükten sonra , gözlerimizi daha büyük dikkatle köylere ve göçebe Türkmen aşiretlerine çevirelim ; çünkü , dini hayat ve sofiyane cereyanlar , burada daha canlı , daha samimi , daha taşkın ve amale dönüşmeye daha müsait bir yapı vardır. Metafizik düşünceler , mücerret mefhumlar bu iptidai muhitte gayet basitleşerek ameli ve concret şekiller alır ; ahlak felsefesinin incelikleri , derhal sert bir hayat kaidesi haline giriyordu.
Tebliğci/misyoner/propagandacı dervişler , 14. asır başında küçük köylere ve aşiretler arasına kadar yayılmışlardı. O derecede ki, büyük merkezlerdeki sofi şairler , mesela 13. asrın ilk yarısında etrafına büyük bir kitle toplayan ve daha sonra debbağlar esnafının piri sayılan Ahi Evren halifesi ve Kırşehir ‘deki tekkesinin şeyhi olan Şair Gülşehri , bu köy şeyhlerinin şiddetle aleyhindeydi. Gerek köylere yerleşmiş olan, gerek göçebe hayatını muhafaza eden bu Türkmenler arasında sağlam ve samimi Müslümanlar olduğu gibi ; şehirli Türkmenlerin ortadoks Müslümanlığından farklı ; eski Türklerin eski putperest ananeleriyle müfrit Şiiliğin –haricen tasavvuf rengine boyanmış- basit ve popüler bir şeklinin ve bazı mahalli kalıntılarının birleşmesinden ortaya çıkan bir syncretisme idi. ”Mehdi bekleme” temayülleri kuvvetli olan bu Türkmen aşiretleri , merkezi idareye karşı koyabilecek yegane kuvvet olduğu için , bunlar arasında dini-siyasi propagandalar hiç eksik olmamıştır. Ortadoks mutasavvıfların şiddetli tenkitlerine uğrayan garip kıyafetleri , şeriate mugayir adetleri , coşkun yaşayışlarıyla tamamen eski Türk Şamanlarını hatırlatan bu Baba lakaplı Türkmen şeyhleri , köylülerin ve göçebelerin manevi hayatlarının başlıca nazımı ve hakimi idiler. Ne din alimleri, ne de burjuva tarikatlerine mensup şeyhler, zihniyetlerine tamamıyla yabancı oldukları o muhitlerde bu Babalarla mücadele edemezlerdi. Tarihe müthiş bir ayaklanma olarak geçen Babailer kıyamı, bu faal propagandacılar tarafından hazırlanmış ve tatbik edilmiştir. Anadolu’da başlangıçta 13. yüzyılda gördüğümüz Babai taifesi , şeyhlerinin emrini yerine getirmek için , kadınları ve çocuklarıyla cenge atılan ve şeyhlerinin maddi ölümüne bile inanmayan bir gurup , bir tasavvuf tarikatınden ziyade , bir screte mahiyetindedir ki daha sonraki asırlarda Anadolu’da mevcudiyetini bildiğimiz muhtelif Alevi taifelerine benzemektedi.
İslam dini açısından bu Babailer’in ve Türkmen şeyhlerinin kaynağını nerede aramak lazımdır ? Bu konuda Türkler’in İslam’dan önce inandıkları ve yaşadıkları tüm din ve inanç sistemlerinin etkisi olmakla birlikte; Yeseviye ve Kalenderiye tarikatlerinin etkisi fazla olmuştur. 12. asırda Orta Asya’da kurulmuş olan Yeseviye , büyük bir hızla bütün Türk memleketlerine yayıldığı gibi , bilhassa Cengiz istilasından sonra Maveraünnehir’den ve Harezm’den Anadolu’ya gerçekleşen büyük göçler esnasında Anadolu’ya gelip yerleşmişti. Bu konuda çok geniş araştırmalar yapan Köprülü’nün ifade ettiği gibi , Yesevilik ilk kuruluşunda bile tamamiyle heterodoxe mahiyette olup özellikle ayinleri itibariyle Türk Şamanizm’i ile bire bir örtüşen tarafları vardı.
Kaynağını Horasan Mektebi veya sadece Melametiye denilen zümreden alarak Cemalettin Savi (H.463.M.1070 – 1071) den sonra Suriye , Mısır , Irak , İran , Hindistan , Orta Asya , Anadolu sahalarında inkişaf eden bu büyük tarikat , ayinlerinin garabeti ve saliklerinin aşırılıklarından dolayı , Ortodoks sufilerinin şiddetli hücumlarına uğramıştır. Mensuplarının kıyafetleri , yaşayışları hatta ahlaki telakkileri itibariyle biraz Hind sadhu’larını andıran bu tarikat , muhtelif zaman ve mekanlarda bazı farklar göstermekle beraber , “mücerretlik , fakr ve dilenme , melamet” esaslarına bağlıdır. Kalenderler , saçlarını , kaşlarını , sakal ve bıyıklarını traş ederek kendilerine has bayraklar ve dümbeleklerle , oldukça kalabalık zümreler halinde şehirden şehre gezerler. Bazı merkezlerde tekkeleri olmakla beraber genelde gezgincidirler. Pek azı istisna ile , yüksek felsefi düşüncelere ve dini tecrübelere kabiliyeti olmayan bekar serserilerden oluşan bu zümrelerde , yukarıda sayılan prensiplerin nasıl manevi nihilizme müncer olacağı pek tabiidir. Sonraları , iyi anlaşılamış bir panteizm ve müfrit şii temayülleriyle de bulaşan bu Kalenderiye tarikatinin , içtimai ve ahlaki nizama karşı nasıl isyankar bir rolü olduğu kolayca anlaşılır.
Kutbettin Haydar isimli meşhur bir Türk şeyhi tarafından 12. asır sonunda Horasan’da kurulan ve esasını Yesevilik’ten almakla beraber, Kalenderiye esaslarından da çok mülhem olan Haydariye tarikatinin başlıca mensupları, Horasan’daki Türk gençleri idi.
13. asırda, Kalenderiye ve Haydariye mensupları da , Yesevi dervişileri gibi , Anadolu’ya gelmeye başladılar ; bu Heterodoxe tarikatlere mensup propagandacılar, şehirden ziyade köylerde ve göçebeler arasında müsait bir zemin buluyorlardı. Babailer kıyamının amilleri olan Türkmen Babaları , şüphesiz birbirine çok hulul etmiş olan bu müfrit Alevi zümrelere mensup ve eski Türk Şamanları’na benzeyen Türk dervişleri idi. Moğol istilasından sonra , Yakın-Şark İslam memleketlerinde , hatta Suriye-Mısır-Memlük imparatorluğunun mutaassıp sahasında Heterodoxe zümrelerin çoğaldığı malumdur. Bu hal, İlhaniler hakimiyeti altında kalan Anadolu’da daha kuvvetle göze çarpıyordu. Olcaytu devrinde bir aralık Şia’nın isna aşeriyeyi devlet dini olarak kabul eden İlhani saraylarında ve Moğol ümerasının mahiyetinde büyük bir mevki kazanan bazı Türkmen Babalarının mevcudiyetini bildiğimiz gibi , Moğolların himayesine dayanarak müritleriyle beraber Anadolu’ya gelip propagandalarına devam eden bazı Türk dervişleri de vardı. Bu Türkmen Babaları , artık köylerde ve göçebeler arasında kalmayarak , Selçuk saraylarında ve uç beylerinin yanlarında bulunuyorlardı. Eflaki’ye göre , Selçuk Sultanı Rukneddin , Baba Merendi lakaplı bir Türkmen şeyhine gösterdiği hürmet, Mevlana’yı fevkalade müteessir etmiş olduğu gibi , Menteşe hükümdarı Mesut Bey’in yanında bulunan diğer bir Türkmen Şeyhi de Mevlana’nın torunu Çelebi Arif’i sinirlendirmişti. Herhalde 14. asır başlarında, garbi Anadolu beyliklerinden bazılarında bu Türkmen Babaları’nın ve Şii propagandasının oldukça nüfuzu olduğu , Aydınoğullarından Kadir Bey’in 1348 tarihli muahedesinde , Şiiliğini gösteren açık deliller bulunmasıyla ve ilk Osmanlı hükümdarlarının Heterodoxe dervişlere karşı himayetkar vaziyeti açıkca anlaşılıyor.
14. asır başlangıcında batıya Bizans topraklarına doğru ilerlemeye başlamış olan Türkmen kabileleri arasında ve Türk köylerinde görülen faal propagandacı , mücahit Türkmen Babaları bu Abdal Dervişleridir. İlk Osmanlı hükümdarlarının yanında, menkıbelere nazaran tahta kılıçlarla harb eden, kaleler alan , bir avuç müridi ile binlerce düşmanı ezen , Müslümanlığı yayan Abdal lakaplı bir çok dervişler , mesela Abdal Musa , Abdal Murat , Kumral Abdal , Aşık Paşazede’nin Rum Abdalları dediği zümreye mensuptur. Bu zümre yukarıdaki izahlardan da anlaşıldığı gibi , Yeseviye , Kalenderiye , Haydariye , gibi muhtelif Heterodoxe zümrelerinin Anadolu’da Türkmen ananeleriyle ve mahalli hurafelerle karışmasından hasıl olan Babailiğin muahhar şekillerinden biri sayılabilir. Osmanlı devrine ait bazı şark ve garb eserlerinde gördüğümüz Torlaklar ve dervişler , büyük bir ihtimalle , bu Abdallar’dan başka bir şey değildir. 17. asırda , aynı katagoriye dahil sair bazı zümreler gibi Bektaşiler tarafından kati surette temsil edilen bu Abdallar , ilk zamanlarda daha fazla Kalenderiye tesiratı altında kalmakla beraber , Hacı Bektaş Veli’yi de kendi azizlerinden olarak tanıyordu ve esasen 15. asır sonlarından beri daha fazla Bektaşilik’e meyletmişlerdi.
Bitmek tükenmek bilmeyen göçebe Türkmen akını Büyük Selçuklu Devletince Anadolu’ya yani Bizans sınırına yönlendiriliyordu. Bu sınır bölgeleri, başka bir deyişle “Uçlar”, iç bölgelerden farklı sosyal özelliklere sahip bulunmaktaydı. Uçların bu farklı toplumsal yapısı, onun özel durumundan kaynaklanmaktaydı. Uç halkı, iç bölgelerde daha barışçı ve istikrarlı bir düzene sahip halkın aksine, sürekli savaş hayatı yaşardı. Özellikle Horasan ve Türkistan’dan uç bölgelerine birçok savaşçı gelirdi. Uçlardaki bu savaşçı dervişler (ya da alperenler, gaziler) daha Malazgirt Savaşı’ndan (1071) çok önce Anadolu’nun Sivas, Kayseri ve Konya gibi büyük şehirlerine saldırılar düzenlemekteydiler. Uç bölgeleri karşı taraftan gelecek olası akınlara yönelik de hazırlıklı olmak zorundaydılar. Uçlarda nüfusun çoğunluğunu göçebe Türkmenler oluşturmaktaydı. Bu göçebe Türkmenler daha önce de belirttiğimiz gibi, Alevi-batıni eğilimli heterodoks Türkmen babalarının nüfuzu altındaydılar. O dönemde Bizans İmparatorluğu’nun içerisinde bulunduğu zayıf durum nedeniyle bu uçlar sürekli batıya, Anadolu’nun iç kısımlarına doğru kaydı. 11.yüzyıl sonrası gelişmelerine bakarak, bu uç savaşçıları ve birlikte ilerleyen göçebe Türkmen aşiretlerini, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, daha sonra beyliklerin ve bu beyliklerden Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşunda birinci derecede rol sahibi olarak görmek doğru olacaktır. Anadolu’ya ilk büyük göç dalgası Malazgirt Savaşı sonrası, ikinci ve daha büyük bir göç dalgası ise Moğol İstilası sonrasında gerçekleşmişti. Bu göç hareketinin önünde ise savaşçı dervişler bulunmaktaydı. Uçlar konusunda daha önce değindiğimiz bu savaşçı dervişler P.Wittek’in “Gazi hareketi” olarak nitelendirdiği bir hareketin mensupları olarak, Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devleti’nin de kuruluşunda çok önemli işlevler gördüler. Anadolu’nun fethi bu dervişlerin öncülüğünde gerçekleştirildiği gibi, bu yeni vatanın iskân ve kolonizasyonu da onların önderliğinde gerçekleştirildi.
Türkistan, Harzem, Horasan, Azerbaycan, Suriye ve Irak’tan gerek fetihlerle birlikte gerekse fetihlerden sonraki göçlerle Anadolu’ya gelen dervişler değişik dinsel akımlara mensuptular. Şüphesiz 11.yüzyıldan itibaren Anadolu’da meydana gelen sosyal-siyasal gelişmelerin bu dervişlerin etkinliklerini kolaylaştırdığı gibi, halkın da onlara bağlanmalarına yol açtığı söylenebilir. Özellikle köylerde yaşayanlar ve göçebe kitleler heterodoks tasavvuf akımlarına mensup şeyh ve dervişlere ve onların tekke/zaviyelerine büyük ilgi gösteriyorlardı.
Göçebe/yarı göçebe Türkler’e uygun gelmeyen ehli sünnet inançlarının ön planda olduğu görüşleri yayan şeyhler ve mutasavvıflar daha çok şehirlerde faaliyet gösteriyorlar, göçebe/yarı göçebe kitleler arasında pek rağbet görmüyorlardı. Aynı durum göçler sonrası Anadolu’da yinelendi ve sünni şeyhler göçebe/yarı göçebe kitleler üzerinde etkili olamadılar. Bu kitleler arasında daha çok heterodoks tasavvuf akımlarına mensup babalar, dervişler etkiliydiler. Çünkü onlar, bu kitlelere çok daha uygun gelen senkretist fikirleri yayıyorlardı. Köprülü’nün de belirttiği üzere: ”Tahta kılıçlarla kafirlere karşı harbeden, yanındaki bir avuç mürit ile yüz binlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleleri alan, küfür diyarına kılıç kuvvetiyle İslamiyet’i yayan bu savaşçı Türk mutasavvıfları ile, tekkelerde sakin ve donmuş bir hayat geçiren Arap ve Acem mutasavvıfları arasında büyük ayrılık vardır.”
Şüphesiz Anadolu bu dönemde Orta Asya, Harzem, Horasan, Suriye, İran ve Irak gibi merkezlerle siyasal ve sosyo-ekonomik bağlara da sahipti. 11.yüzyıldan başlamak üzere bu bölgelerdeki dinsel ve kültürel gelişmeler Anadolu’yu da etkiliyor, bu bölgelerden birçok mutasavvıf ve derviş zaman zaman Anadolu’ya gelerek görüşlerini yayıyorlardı. Bu dinsel akımları anlamaksızın, Anadolu’daki hiçbir dinsel hareketi anlayabilmek olanaklı değildir. Mevlevilik de, Bektaşilik de, Alevilik de ancak bu dinsel ortamın açıklanması sonucunda anlaşılabilir. Bu konuda F. Köprülü şu bilgileri veriyor: “Daha ilk Selçuklular zamanından itibaren “Dar-ül-cihad” olan Anadolu’ya Türkmen boylarıyla beraber birçok “Türkmen Babaları”, Orta Asya, Harzem, Horasan’dan “Yesevi Dervişleri”, Irak, Suriye ve İran’dan “İsmaili Propagandacıları” ve Kalenderiye mensupları geliyorlardı...”
Ayrıca İslam’ın göçebe/yarı göçebe Türkmenler arasında daha çok tasavvuf ve heterodoks tarikatlar aracılığıyla benimsenmesinden de anlaşılacağı üzere, İslam’ın yüzeysel ve esnek bir yorumunu yayan bu akımların ne derece yaygın oldukları tahmin edilebilir. Bu akımların temsilcileri olan eski Türk Şamanlarını andıran babalar ve dervişler bu kitlelere oldukça uygun gelen eski inançlarla da bağlantılı bir İslam yorumu sunuyorlardı. Bu yorumu yapan babalar ve dervişler sünni şeyh ve mutasavvıflarca şiddetle eleştiriliyorlardı. Eleştiriler daha çok namaz, oruç gibi dinsel yükümlülüklere uyulmaması, İslam’a aykırı olduğu ileri sürülen ayin ve ibadet anlayışlarının uygulanması konularında yoğunlaşmaktaydı. Bu eleştirilerden, Ahmed Yesevi ve Ebu’l Vefa gibi büyük tarikat uluları bile kurtulamamışlardır. Bu şeyhlerin zikir törenlerine erkeklerin yanı sıra kadınların da katılması ortodoks sufi ve ilahiyatçılarca şiddetle eleştirilmişti. Togan’ın verdiği bilgilere göre, bu şeyhlerin ayinleri “şeytan ameli” olarak nitelendirilmekteydi. Halbuki bu zikir törenlerine kadınların da katılması ve bu törenlerde vecd halinde sergilenen rakslar İslam öncesi inançların İslâmi şekil altında devamından başka bir şey değillerdi.
Anadolu’ya göçlerle birlikte başlangıçta uçlar aracılığıyla gerçekleşen Anadolu’ya yerleşen Türklerle, Anadolu’nun yerli Hıristiyan halkı arasındaki ilişkiler ve karşılıklı etkileşim konusu da oldukça önemlidir. Anadolu’ya gelen Türklerle yerli ahali arasındaki yakınlaşmanın birçok nedenleri bulunmaktadır. Her şeyden önce yerli halk Bizans idaresine, ağır vergiler, keyfi idare, yoğun iktidar mücadeleleri ve ordunun bozulması gibi nedenlerle yabancılaşmış durumdaydı. İkinci olarak Anadolu Selçuklularından başlamak üzere Türkler, yerli halka dinsel ve kültürel konularda hoşgörülü davranmışlardır. Üçüncü olarak 11.yüzyıldan başlamak üzere Anadolu’ya gelen ahalinin, İslam anlayışı oldukça yüzeysel ve eski inançlarla bezenmiş bir İslamlık idi ki, bu yerli halkla kaynaşmayı oldukça kolaylaştırmıştır.
Şüphesiz yerli halkın Müslüman olmasında ön planda, heterodoks şeyh ve dervişler vardı. Bu heterodoks Türkmen babaları kurdukları zaviyeler aracılığıyla, esnek İslam anlayışlarını yerli dinsel ve kültürel unsurlarla da besleyerek, Anadolu ve Balkanlardaki yerli halklara sunuyor, onları yeni idareye ve ahaliye ısındırıyorlardı. Örneğin o döneme ilişkin, mitolojik nitelikli de olsa tarihsel açıdan değerli bilgiler içeren Vilayetname’de Hacı Bektaş-ı Veli’nin Hıristiyanları Müslümanlaştırmak için gönderdiği Hacım Sultan, Sarı İsmail, Resul Baba gibi dervişlerden söz edilir.
Üstelik Anadolu köklü bir kültürel ve dinsel geçmişe de sahipti. Bu köklü kültür, yeni yerleşen Türkler üzerinde doğal olarak etkilerde bulundu. Bu etki, kırsal alanlarda daha farklı olmakla birlikte, şehirlerde daha çok zanaatlar ve ticari gelenekler iz bıraktı. İhtidalar, evlilikler ve karşılıklı sosyo-ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak gerçekleşen bir etkileşim ortak değerlerin oluşmasıyla sonuçlandı. Demek ki, yerli kültürel ve dinsel unsurlar da bu yeni gelmiş ahali üzerinde etkili oldu. Mesela Müslüman halk, Hıristiyan azizlerini kendi ulularıyla özdeşleştirerek Aziz George ve Theodore ile Hızır İlyas, Aziz Nicholas ile Sarı Saltuk, Aziz Haralambos ile Hacı Bektaş-ı Veli özdeş kabul edildi. Bu şekilde hem Hıristiyan, hem de Müslümanlarca ziyaret edilen yerler, Hasluck’un deyimiyle “ikili ziyaretgâhlar” ortaya çıktı. Her iki halk tarafından da uğurlu sayılan, yağmur yağdırdığına inanılan kutsal taşlar, kutsal ağaçlar ziyaret edilirdi. Yine edebiyat alanında da, hem İslam hem de yerli Anadolu inançlarının etkileriyle kahramanlık hikâyeleri ortaya çıkmıştır. Büyük ölçüde heterodoks şeyh ve dervişler, Hıristiyanlarca da kutsal bilinen yerlerde tekkeler kurmuşlar ve buralarda Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlık öncesi dönemlerden kalma yerel aziz kültleriyle karşılaşmışlardı. Bu kültler ve onlara ilişkin hikâyeler, evliya menkıbeleri yoluyla İslamileştiriliyordu. İslamlaştırarak devam eden bu eski inanç unsurları arasında, ölmeden önce göğe çekilmek, suyu kana çevirmek, halka felaket musallat etmek, bereket getirmek, ölü insan veya hayvanı diriltmek, nefes evladı edinmek, kuru odunu ağaç haline getirmek, yerden veya taştan su fışkırtmak, ırmağı veya denizi yarıp geçmek ve üstünde yürümek gibi unsurlar sayılabilir.
Yukarıda zikrettiğimiz tüm faaliyetlerin sonunda 1071’de Anadolu’ya giren Selçuklu birlikleri karşılarında pençeleri ve dişleri sökülerek uysallaştırılmış bir Anadolu buldular. Gaziler bir asır süresince çalışmışlar ve Anadolu halkının büyük bir kısmının İslam’a girmesine vesile olmuşlardı. Toplu göç ve kıyım yapılmadığına , Anadolu halkı da büyük bir ekseriyetle o günden bu güne Müslüman olduğuna göre tek seçenek Anadolu halkının İslami faaliyetler sonucunda kendi istekleriyle İslam’a girmeleridir.
Gaziyan, Ahiyan ve Abdalan dışında fakat Abdalanı Rum gurubuna dahil edebileceğimiz onlarla benzerlikler gösteren Anadolu’nun fethine katılan diğer bir grupta “Dervişan”dır. Ünlü Maveraünnehir alimi Yusuf Hemedani’nin (H.440-535) talebesi olan Batı Türkistan’lı Hoca Ahmet Yesevi (Ö.M.1166) Türkistan , Taşkent, Seyhan bölgelerinde hidayetine vesile olduğu Türklere cihat duygusunu aşılayarak onları fethedilmiş topraklara bir gaza , bir davet eri olarak gönderiyordu. Bu cümleden bazıları da henüz iç oluşumunu tamamlama aşamasında olan Anadolu’ya geldi. Dervişan diğer cemaatlerle birlikte Anadolu’nun maddi-manevi fethine iştirak etti.
Dervişan içerisinde 11. ve 12. yüzyıldaki fetihlerde büyük payı olan bir gruptan söz edilir; İshakiler. İran’ın ünlü ariflerinden Ebu İshak Kazeruni’nin terbiyesinden geçen İshaki dervişler Anadolu’da özel birlikler oluşturmuşlardı. Gazalara kendilerine özgü bayraklarla katılırlardı. Bu bayraklarda sırma ile “ Nasrun minellahi ve fethün garip” ayeti yazılıydı. Selçukluların Anadolu egemenliğinden sonra bu dervişlerde uç beyliklerine göç ederek oradan gazalara iştirak ediyorlardı.
Abdalan ve Dervişan topluluklarının Anadolu’daki İslami harekete katkıda bulunduğu bir gerçek; ancak Abdalan ve Dervişan grubunun İslamiyet’in diğer grupları kadar net , safi götürmediği de bir gerçekti. Horasan ve Maveraünnehir kökenli olan İslami anlayışları net, safi, Kur’an ve Sünnet’e uygun değildi. Bu bölgelerde yayılan İslam’ın sufi karekteriyle ortaya çıkmasının temelinde yatan sosyo-psikolojik faktörler çok çeşitli idi. Buradaki İslam düşüncesi Emevi ırkçılığına ve saltanatına tepki içinde bulunan insanlar tarafından yayıldığından ve geliştirildiğinden “hetorodoks” bir yapı taşımış, Arap olmayan kavimlerin Müslüman olmalarıyla birlikte kimi kavmi inanç ve kültür kalıntıları da yeni dine taşınmıştır. İslam’ın sufi yorumcuları bu “karışık” yapıya daha fazla müsamaha göstermişler, insanların eski dinlerinden ve kültürlerinden taşıdıkları izleri silip atmak yerine o izlerle müslüman olmalarına hoşgörüyle bakmışlardır. Yesevi müritlerinin kadın erkek karışık “devran” yapmaları buna örnektir.
El mühim;Bütün bu kadar yoğun bilgileri niçin verdik ???
Anadolu’nun 1000 yıllık tarihinin bu gönül kahramanlarını kısaca hatırladıktan sonra "hayırlı bir bilgi" nin gereği olarak biz bu gün bu tarihi bilgileri nasıl okur, nasıl günceller, nasıl günümüze uygularız? gerçeği karşımıza çıkıyor. Çünkü bilgi insanlara bir fayda veriyorsa hayırlı bir bilgidir. Faydasız ilimden Allah'a sığınırız.
İşte bu kısa tarihi gezintiden sonra günümüzde,Anadolu’da yaşayan ve Anadolu’yu vatan yapan bizleri ayırmaya çalışanlara karşı farkında olmamız/olmaları gereken ‘Anadolu İrfanı’ mayasına işaret etmek istiyorum.
Bu topraklar nasıl ki fiziki, coğrafi, etnik, biyolojik olarak dünyanın en renkli toprakları ise,
Düşünce, yaşayış şekli, sanat, kültürel çeşitlilik açısından da dünyanın en renkli bölgesi.
Rabbim kitabında; ‘’ Dinde (iman etmede/İslam'a girmede) zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış (hak ile batıl, iman ile küfür) birbirinden ayrılmıştır. Böylece, şeytani düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam bir kulpa/tutamağa yapışmıştır. Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, (her şeyi) hakkıyla bilendir. Bakara,2/256’’ buyuruyor.
Birlikte yaşamanın anahtarları Kur’an-ı Kerim’de vardır. ‘’ Ey inananlar! Zannın birçoğundan sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır! Birbirinizin araştırmayın gizli yönlerini ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkışmayın! Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan tiksinirsiniz. Ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.’’ Hucurat, 49/12
Herkes kendi inandığı dinini yaşasın, başkasını tecessüs etmesin, kulları hakkında hüküm vermeyi Rabbine bıraksın(Tin,95/8) kendi işine baksın.
Anadolu İrfanının gönlüyle gören gözü Aşık Veysel bakın neyi öğütlüyor;
Veysel eli nideceksin
Herkes ettiğini çeksin
Önüne bak düşeceksin
Doğru gitsen ulaşırsın
Bu anlamda farklılığımızı zenginlik görüp, güzellikleri ortaya çıkarıp, bize çirkin geleni örterek(setr ederek) kardeşliğimizi pekiştirmemiz gerektiğini coğrafyamız bize emrediyor.
Başka bir Anadolu İrfanı erinin sözüyle bitiriyorum;
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.
Yunus Emre
[1] Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
[2] Buhari, Sahih, Kitabul Cihad, Bab 102,s.143
[3] İslamoğlu Mustafa , İslami Hareket Anadolu I, s.59